Friday, June 16, 2006

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLATI VE SİYONİST (ABD) HÂKİMİYET




"Birleşmiş Milletler Teşkilatı"nı anlatan bir yazı... Malum, bu teşkilata "Domuzlar Diktatoryası" derler; okuyunca niye öyle dendiğini anlayacak ve diyenin diline saglık diyeceksiniz...

OYLESINELAF@


------------------------------
------------------------------






Milletler Cemiyeti Devri

Teşkil edilen “Birleşmiş Milletler Teşkilâtı”ndan evvel kurulan Cemiyet-i Akvam-Milletler Cemiyeti de aynı maksadı güdüyordu: Savaşın engellenmesi!.. Anlaşmazlıkların sulh yoluyla çözümü...

Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde tekrar edelim ki, savaş Devletlerin bağımsızlığına bağlı bir yetki niteliğini sürdürmektedir. La Haye Konferansları bu yetkiyi kısıtlamak için doğrudan bir girişimde bulunmamış; bir yandan uyuşmazlıkların barışçı yollarla çözümünü sağlama amacına yönelen sözleşmeler yapmak, öte yandan savaşın yürütülmesine ilişkin kuralları düzenlemekle yetinmiştir.

Milletler Cemiyeti, milletlerarası toplumda evrensel eğilimde ilk örgütlenme çabasıdır. Başlarken de değindiğimiz gibi, “zor kullanma” yetkisinin sınırlanması ve yasaklanabilmesi ancak bir örgütün varlığı ile sağlanabilir. Milletler Cemiyeti dünyayı saran bir savaşın ardından kuruluyor ve başlıca amacı da, kuşkusuz, barış ve güvenliğin korunması oluyordu. Bunun gerçekleştirilebilmesi için Devletlerin “savaş yetkisine” el uzatılmalıydı.

Hemen söyleyelim ki, Milletler Cemiyeti, savaşı yasaklayacak, savaş, devletlerşn bağımsızlığına bağlı bir yetki niteliğinden çıkaracak adımı atamadı. O çağın egemenlik ve bağımsızlık anlayışı ve savaşı kazanan devletlerin durumu buna imkân vermiyordu. Bununla beraber Milletler Cemiyeti Misakı’na belirli hâllerde savaş yetkisini sınırlayan maddeler konuldu; bu konuda, “savaş erteleyici” önlemler almakla yetindi.

Misak’ın 12. maddesiyle, Milletler Cemiyeti üyeleri, aralarında ilişkilerin kesilmesine yol açabilecek bir uyuşmazlık çıktığı takdirde, bunu ya “hakem” usûlüne ya Milletlerarası Daimî Adalet Divanı’na veya Konsey’in incelemesine sunma yükümü altına giriyorlardı.

Bu maddenin ikinci paragrafı, bir uyuşmazlığın hakem veya Divan’a sunulması hâlinde, kararın makul bir süre içinde verilmesini; uyuşmazlık Konsey önüne getirilmişse, Konsey’in buna ilişkin raporunun en çok altı ay içinde düzenlenmesini öngörmektedir. Devletler, bu süreler geçmeden silaha başvurmayacaklardır. 12. madde bununla da yetinmemiş ve üyelere; hiçbir hâlde, hakemin veya Divan’ın kararı veyahut Konsey’in düzenlediği rapor üzerinden üç ay geçmeden savaşa girişmemek yükümlülüğünü getirmiştir. Bu süreye moratorgum süresi denilir.

Misak’ın 13. maddesinin dördüncü paragrafı gereği “bir milletlerarası mahkeme tarafından verilmiş olan karara uyan Devlet’e karşı da savaş yasaklanmış bulunmaktadır.

Misak’ın 19. maddesine göre, “Milletlerarası Daimî Adalet Divanı”na götürülmeyen uyuşmazlıklar, zorunlu olarak, Konsey’in incelemesine” sunulacaktır. Konsey de, “uyuşmazlıkların çözümünü sağlamaya” çalışır.

Misak’ın 10. maddesiyle, “Milletler Cemiyeti üyeleri, bütün Cemiyet üyelerinin halihazırdaki ülke bütünlüğüne ve siyasî bağımsızlığına saygı göstermek ve bunları her türlü saldırıya karşı korumak” yükümü altına giriyorlardı. Burada, hem ülke hem de siyasî “statuquo”nun korunması sözkonusu olmaktadır. Böylece –savaşın yasaklanması veya ertelenmesi, engellenmesi meselesi bir yana- fetih yoluyla ülke kazanılması yasaklanmakta, daha doğrusu, bu maddenin bunu amaçladığı savunulmaktaydı.

Bir kez daha belirtelim ki; Milletler Cemiyeti Misakı ile, savaş yetkisi bakımından geleneksel Milletlerarası Hukukta yerleşmiş olan ilke ortadan kaldırılamıyor; Misak, savaşı erteleme önlemleri almakla yetiniyordu.

Fakat Misak’ın “savaşa açık bıraktığı kapılar” vardı. Barış ve güvenliğin etkili bir biçimde korunabilmesi için bu kapıların kapatılması gerekiyordu. 1924 tarihli Cenevre protokolü ile, 1925 yılında Almanya, Belçika, Büyük Britanya, Fransa ve İtalya arasındaki “Karşılıklı Garanti Anlaşması” (buna “Ren Misakı” veya Lokarno Andlaşmaları da denir), bu “kapı kapatma operasyonları”ndan ikisidir.

27 Ağustos 1927 günü Paris’te imzalanan (Paris misakı) ve 24 temmuz 1929’da yürürlüğe giren “Briand-Kellogg Misakı”, uyuşmazlıkların çözümünde savaşı meşru sayan Milletlerarası Hukuk döneminin bitişini ilân eden bir belge olarak kabul edilir. Savaşı kanundışı saymaya yönelen bu girişimin ilk adımı Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand’ın, ABD’nin 1. Dünya Harbine katılışının onuncu yıldönümü nedeniyle Amrikan halkına hitab eden 6 Nisan 1927 günlü mesajı olmuştur. Bu mesajda, iki devlet arasındaki savaşın yasaklanmasına ilişkin bir anlaşma öneriliyordu. ABD Dışişleri Bakanı Kellogg ise, “yalnız saldırı savaşların değil” bütün savaşların yasaklanması; bu yasağın yalnız ABD ile Fransa arasında yapılacak iki taraflı bir andlaşma ile değil, çok taraflı bir andlaşma ile gerçekleştirilmesi önerisinde bulundu. Neticede, Paris’te 15 devletin katıldığı konferansta bu Misak imzalandı ve bütün devletler buna katılmaya davet olundu. 1939 yılında “Briand-Kellogg Misakı”na taraf olan devlet sayısı 63’e ulaşmıştı.

Bir "Önsöz" ve "üç kısa madde”den müteşekkil bu Misak’ın özü, birinci maddededir: “Yüksek Akit Taraflar, kendi halkları adına, milletlerarası uyuşmazlıkların çözümü için savaşa başvurmayı mahkum ettiklerini ve karşılıklı ilişkilerinde savaşı millî siyasetlerine âlet etmiyeceklerini” belirtmektedirler.

Burada açıklanması gereken, “savaşı milli siyasete âlet etmemenin” ne olduğudur. Taraflara göre bu; kanunî savunma dışında, ancak milletlerarası toplum tarafından hukuku ihlal eden bir devlete karşı girişilecek savaş bu yasağın dışında kalmaktadır. Örneğin bir Devlet, bu Misak’la yükümlendiği savaş yasağına uymazsa, bu devlete karşı savaş yapılabilecek; diğer devletler bu yükümle bağlı olmaktan çıkacaklardır.

"Birleşmiş Milletler Teşkilatı” Devri

"Birleşmiş Milletler Andlaşması”nın “Önsöz”ünde; “... beşeriyete tarif olunmaz acılar yükleyen harp belasından, geleceğin nesillerini korumaya, milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazası için kuvvetlerimizi birleştirmeye, müşterek menfaatlerin icabı dışında silah kuvvetinin kullanılmamasını sağlayan prensibleri kabul ve usulleri tesise, bütün milletlerin ekonomik ve sosyal ilerlemesini kolaylaştırmak için milletlerarası müesseselere başvurmaya, “Birleşmiş Milletler Halkı” olarak azmedildiği” kaydedilmektedir. Savaş, BM Andlaşması’nda da, Milletler Cemiyeti’nden daha geniş ölçüde –hiç olmazsa kağıt üzerinde- yasaklanmaktaydı.

Andlaşmanın 2. maddesinin 4. paragrafında şunlar yazılmıştır: “Teşkilatın Üyeleri, milletlerarası münasebetlerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasî bağımsızlığına karşı, gerekse Birleşmiş Milletler’in amaçları ile telif edilemeyecek herhangi bir suretle tehdide veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.”

Aynı maddenin 6. paragrafı, “Teşkilat, Birleşmiş Milletler Üyesi olamayan Devletlerin, milletlerarası barış ve güvenliğin muhafazasının icabettirdiği ölçüde, iş bu esaslara uygun olarak hareket etmesini sağlar” kaydını tutmakta ve “Anlaşma” (veya “savaş yasağı”) tüm dünya Devletlerine sunulmaktadır.

Birleşmiş Milletler Andlaşması’nda “savaş yasağı” terimi yerine “tehdide ve kuvvet kullanılmasına başvurma” yasağı teriminin kullanılmış olması, yasağın kapsamı konusunda doktrin tartışmalarına yol açmış ve “silahlı kuvvete başvurma yasağı” yanında meselâ “ekonomik kuvvete başvurmanın da yasaklanmış olup olmadığına” dair muhtelif görüşler ileri sürülmüştür. Bu tartışmaların ayrıntısından ziyade şunu söyleyelim ki, Birleşmiş Milletler Andlaşması, uyuşmazlıkların barış yoluyla çözümlenmesi yükümü yanında “tehdide ve kuvvete başvurmayı” yasaklarken, milletlerarası toplum adına, “kuvvet kullanma yetkisi”ni Birleşmiş Milletler’de toplamaya yönelmiştir; her bir kuvvet kullanılmasını Devletlerin yetkisi olmaktan çıkarmak ve bunu Teşkilat’ın tekeline almak...

Andlaşma’nın 94. maddesine göre, bütün uyuşmazlıklar Milletlerarası Adalet Divanı’na götürülüp, “karara” bağlanmaktadır ki, Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın, Milletlerarası Adalet Divanı’nın kararlarının icrası meselesinde –kimi hukukçularca- büyük aşama yaptığı söylenmektedir:

"Madde 94. 1) Birleşmiş Milletlerin her Üyesi, taraf olduğu bütün uyuşmazlıklar Milletlerarası Adalet Divanı’nın kararına uymayı taahhüt eder.

2) Bir uyuşmazlıkta taraf olan devletlerden biri, Divan’ın verdiği bir hükme göre, kendisine düşen vecibeleri yerine götürmezse, öbür taraf, Güvenlik Meclisi’ne başvurabilir ve işbu Meclis, lüzum gördüğü takdirde, hükmün yerine getirilmesi için tavsiyelerde bulunabilir ve alınacak tedbirleri kararlaştırabilir.”

Bu madde Güvenlik Konseyi’ni, Divan kararlarını icra ettirmek için müdahale etmek, harekete geçmek hususunda bir yüküm altına sokmamakta, ona sadece bir takdir yetkisi tanımaktadır; Divan kararlarının icrası bugün de tarafların “iyi niyetlerine” bırakılmış durumdadır.

Milletlerarası barış ve güvenliğin korunmasının sorumluğu “Güvenlik Konseyi”ne verilmiş ve Birleşmiş Milletler üyeleri Güvenlik Konseyi’nin bu konudaki görevlerini yerine getirirken kendi adlarına hareket ettiğini (md:24/1) ve Güvenlik Konseyi’nin kararlarına uymayı ve bunları uygulamayı kabul etmişlerdir. (md: 25) Konsey’in “yetkileri” ise 39-51 maddelerde kayıtlıdır.

Güvenlik Konseyi "yetkilerini" "(veya "zorlama tedbirleri"ni) "barışın tehdidi” halinde, bu tehdidi “ortadan kaldırmak için”; barışın bozulması halinde, “bozulan barışı yeniden kurmak için”; bir saldırı halinde de, “defetmek” için başvurulabilecektir. “Barışın bozulduğu”nun tesbiti Güvenlik Konseyi’nin uhdesindedir. Eğer bu tesbite varırsa öncelikle, ateşkese davet, silahlı kuvvetlerin belirli bir hatta çekilmesi veya bir bölgenin silahtan arındırılması gibi “geçici tedbirler” alır; “durumun ağırlaşmasına engel olmak üzere, ilgili tarafları gerekli ve uygun gördüğü geçici tedbirlere davet eder.” (md: 40)

Andlaşma’nın 41. maddesi “silahlı kuvvet kullanılmasını gerektirmeyen ne gibi tedbirlerin” olduğunu tesbite ayrılmıştır. Bunlar, ekonomik ilişkilerin, demiryolu, deniz, hava, posta, telgraf, radyo ve diğer haberleşme ve münakale vasıtalarının tamamen veya kısmen kesilmesi ile diplomatik ilişkilerin ve silahlı kuvvet kullanımı gerektirmeyen müsait her haldir; bu hususta Güvenlik Konseyi’nin alacağı karar, Birleşmiş Milletler üyeleri için ZORUNLU ve uymayı önceden yükümlendikleri bir karardır.

Eğer 41. maddedeki tedbirler, Güvenlik Konseyi’nce uygun görülmezse, “milletlerarası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden tesis için hava, deniz ve kara kuvvetleri vasıtasıyla gerekli gördüğü her türlü girişime” geçme kararı alınabilir. (md: 42) Bu ise, barış zamanında kurulmuş “milletlerarası ordu” vasıtasıyla gerçekleştirilecektir. 43. maddeye göre “milletlerarası ordu”, üye devletlerin vereceği birliklerden, “özel bir anlaşma” gereğince teşekkül ettirilecektir.

Bunun yanında...

Daimi üyelerin anlaşmazlığı hâlinde geçerli olacak 3 Kasım 1950 tarihli “377 (A)” sayılı karar –Türkiye dahil- dokuz devletin yaptığı öneri üzerine Genel Kurul’da kabul edildi. Bu kararla, “Genel Kurul kendi yetkilerini, Birleşmiş Milletler Andlaşması’nda yeralmayan yetkilerle donatıyor ve genişletiyordu.” Bu karara göre, Güvenlik Konseyi, daimî üyelerin oybirliği sağlanamadığı ve tabiatıyla da temel mükellefiyetini (milletlerarası barış ve güvenliği koruma) yerine getiremezse; Genel Kurul üyelere, barışın bozulması veya saldırı eylemi sözkonusu olduğu takdirde, temel mükellefiyeti gereği alınacak “zorlayıcı tedbir tavsiyesi”nde bulunmak için derhal meseleyi ele alacaktır. Genel Kurul toplantı hâlinde değilse, Güvenlik Konseyi’nin dokuz üyesinin oyu ile veya Birleşmiş Milletler üyelerinin oy çokluğu ile yapacakları davet üzerine yirmidört saat içinde acele ve olağanüstü toplanır ve Genel Kurul, üye devletlere temel mükellefiyeti, sarsıcı hâdise hakkında “tavsiyeler” alır. Bu karar, bazı Devletlerin temsilcileri tarafından Andlaşmaya aykırı olması gerekçesiyle şiddetle eleştirilmiş ve tartışılmıştır.

Görüldüğü üzere Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nda “iş” Güvenlik Konseyi’nde bitmektedir. Güvenlik Konseyi ise (Md: 23) 15 üye devletten mürekkebtir ve Çin, Fransa, Rusya, Büyük Britanya, Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı ve Amerika ise “daimî üye”dir. Diğer üyeler iki yıllık bir süre için seçilirler. Kararlar (Md: 27) “daimî üyelerin hepsinin oyları dahil olmak üzere 9 üyenin oyu ile” alınır.

"Daimî üye" olan Devlet, en açık ve kısa mânâsıyla; işine gelmeyen husustaki kararı “veto” edebilir ve kararın çıkmasını engelleyebilir. Bu böyleyken, Amerika, Rusya, İngiltere ve Çin “Dört müteşebbis Devletin Güvenlik Konseyindeki Oylama Usulüne İlişkin Bildirisi” adı altında bir metin kaleme alarak; “Yalta oylama formülüne göre, daimî olamayan üyelerin ferdî olarak hiçbir “veto” yetkisi olmayacak, fakat daimî üyelerine, Yalta formülüne göre, -Cemiyet üyelerinin daimî olanlarının her zaman sahib olduğu bir haktır- bir hak verme yani “veto”yu verme konusunda hiçbir problem yoktur. Hem oylamalar daimî üyelerin olumlu oyu yanında en az iki (4) geçici üyenin de olumlu oyunu gerektiriyor; bu noktada geçici üyelerin bir grup olarak “veto” kullanmaları, daimî üyelerin Konsey’in işleyişini engelleyecek şekilde geçici üyelerden daha fazla “veto”larını kullanmalarıyla eş olabilir “buyruğunu” salmış ve açıkça, “Biz Yalta’da dünyayı paylaşan dört büyük Devletiz! Ağayız! Eşitsek de haddinizi bilin!” demişlerdir.

·

Bunun daha açık, yani “bana göre kanun!” demenin en açık vesikası ise, Genel Kurulca kurulan “Saldırının Tanımı Meselesiyle İlgili Hususi Komite”ye (1967 senesi) takdim edilen tekliflerdir ki, burada dolaylı saldırının tanımı ve bu tür eylemlere hedef olan devletlerin hakları meselesi –kendilerince- çözümlenmektedir.

"Onüç Devlet Önerisi"nde (22a) "saldırı, bir devlet tarafından silahlı kuvvet kullanımı” olarak tanımlanıp, “doğal olan” bireysel ve ortak meşrû müdafaa hakkının, “sadece bir başka devlet tarafından girişilecek silahlı bir saldırı vukuunda 51. madde uyarınca kullanılabileceği ifâde edilip, dolaylı saldırı, saldırı kavramına dahil edilmeyip, tabiatıyla da “meşrû müdafaa hakkının” sözkonusu olamayacağı hükme bağlanıyor.

"SSCB Önerisi’nde, bir devlet tarafından, silahlı grupları, paralı askerleri, terörist veya sabotajcıları bir başka devlet ülkesine göndererek silahlı kuvvet kullanma ve bir başka devlet ülkesinde iç karışıklık çıkarma veya saldırgan lehine siyaset değişikliği gerçekleştirmek amacıyla silahlı kuvvet kullanımını içeren diğer biçimlerdeki yıkıcı faaliyetlere girişme”, “doğrudan veya dolaylı silahlı saldırı” olarak kabul ediliyordu.

"Altı Devlet Önerisi” (22b) ise, hem saldırı oluşturan eylemler, dolaylı saldırıyı da kapsamak üzere tüketici olmayan biçimde sıralanıyor, hem de “doğal olan bireysel ve ortak meşrû müdafaa hakkı”nın kullanılması yolunda kuvvet kullanımının saldırı oluşturmayacağı hükme bağlanıp, dolaylı saldırı eylemleri karşısında bu hakkın saklı tutulması yoluna gidiliyordu; öneride, dolaylı saldırı oluşturacak eylemler, geniş bir yorumla şu şekilde sıralanıyordu:

"B(6) Bir başka devlet ülkesinde sınır ihlali veya sızma faaliyetine girişen silahlı grupları veya gayr-ı muntazam veya gönüllü güçleri teşkilâtlandırma, destekleme veya yönelme; (7) Bir Başka devlet ülkesinde kanlı iç karışıklık veya terörist eylemleri teşkilâtlandırma, destekleme veya yöneltme veya (8) Bir başka devlet hükümetini zor kullanarak devirme amacına yönelik yıkıcı faaliyetleri teşkilâtlandırma, destekleme veya yöneltme.” (23)

Bu öneriler, 24 Ekim 1970’de Genel Kurul’da kabul edilen, "Birleşmiş Milletler Şartı Uyarınca Dostane İlişkiler ve İşbirliği ile ilgili Milletlerarası Hukuk Prensibi Konusundaki Bildiri”nin hazırlığı esnasında yapılmıştır ve “saldırı-aggression”, “silahlı saldırı-armed attack”, “saldırı savaşı-war of aggression”, “dolaylı saldırı-indirect aggression” ve “orantılı karşı-önlemler-proportionate counter-measures” meselelerinin nasıl anlaşılması gerektiğine dairdir.

Şimdi dikkat!..

Bu kadar "ince eleyip sık dokuma” ve kavramların üzerinde durulmasının sebebi, “domuzlar diktatoryasını” her cihetten tahkim etmektir. Burada geçen ve üzerinde durulan mesele, “indirect aggression-dolaylı saldırı”, yani yukarı bölümde bahsettiğimiz, “HUSUSÎ/SINIRLI SAVAŞ” veya “DÜŞÜK YOĞUNLUKLU SAVAŞ-LOW INTENSITY CONFLICT”dir.

Birleşmiş Milletler’e göre ise “DOLAYLI SALDIRI”, silahlı saldırı değildir ve tabiatiyle MÜEYYİDEYE –“zorlayıcı tedbirler”e muhatab olamaz; “meşru müdafaa hakkı”na (24) değil, -o da belki- ancak “orantılı karşı-önlemler” ile “hedef devlet” tarafından cevablandırılır!

"Şart’ın 2/4. fıkrasında üye devletlere yasaklanmış olan davranış, “kuvvet kullanmak” veya “kuvvet kullanma tehdidinde” bulunmaktır. (Fakat) “kuvvet” terimi ile hangi tür kuvvet kullanmak eylemlerinin kasdedilmiş olduğu, bir başka deyişle, yasaklanan kuvvet kullanma eyleminin niteliği açıklanmış değildir. Bu nedenle, “silahlı” kuvvet kullanmak eylemleri yanında, iktisadî, siyasî ve ideolojik baskıların da yasaklanıp yasaklanmadığı TARTIŞMALIDIR. Şart’ın 2/4. fıkrasında yeralan “kuvvet” teriminin kapsamı konusunda da bir görüş birliği YOKTUR. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan dolaylı kullanma eylemi(nden) Şart’ta açıkça söz açılmamıştır.

Şart’ın 2/4 fıkrasının yorumu ile ilgili olarak ortaya çıkan ve konumuz bakımından önemli olan bir diğer problem de şudur: Bu fıkrada, “herhangi bir devletin ülke bütünlüğüne veya siyasî bağımsızlığına karşı veya “Birleşmiş Milletlerin Amaçları” ile bağdaşmayan herhangi bir başka biçimde kuvvet kullanmak veya tehdidinde bulunmak yasaklanmıştır. Bir ülke parçası üzerinde etkin kontrol ve yetkiyi elinde bulundurmak anlamına gelen “ülke bütünlüğü” kavramı ile bir ülkeyi yönetmek konusunda irade muhtariyetini haiz olmak anlamına gelen “siyasî bağımsızlık” kavramı, maddeye, San Fransisko Konferansı’nda, küçük devletlerin ısrarıyla konmuştur. Fakat, umulduğunun aksine, ülke bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığın garanti altına alınması amacına hizmet edecek yerde, kuvvet kullanmak yasağının çevresini daraltan bazı yorumcuların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bir görüşe göre, Şart; genel olarak kuvvet kullanmayı değil, bir devletin “ülke bütünlüğüne ve siyasî bağımsızlığına karşı” veya “Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayan bir biçimde” kuvvet kullanmayı yasaklar. “Hakların elde edilmesi için kuvvet kullanmak”, bunların elde edilmesi için bir başka imkân yok ise, Şart’ın 2/4 ve 2/3 fıkraları hükümlerine aykırı olmaz.”(25)

Bu nedir?

Kumandan Mirzabeyoğlu’nun dediğidir: “BİRLEŞMİŞ MİLLETLER TEŞKİLÂTI’NI DEVLETLERİN YÖNETİM ŞEKİLLERİYLE ANILMALARI GİBİ, “DOMUZLAR DİKTATORYASI” OLARAK ANABİLİRİZ." (26)

İki hâdise ile “domuzlar diktatoryası”nı; Kumandan Mirzabeyoğlu’nun sözleriyle, "Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’nın bugün doğrudan doğruya MONARŞİ İÇİNDE OLİGARŞİYİ TEMSİL eden yapısını” (27) gösterelim.

KORFU BOĞAZI MESELESİ

Korfu Boğazı; bir yanda Yunanistan’a âit olan Korfu adası ile, öte yanda, Arnavutluk ve Yunanistan kıyıları arasında bulunan ve bazı bölgelerinde bu iki devletin karasuları genişliğinden dar olan bir boğazdır. Arnavutluk ile Yunanistan’ın -tıpkı Türkiye’den talepleri gibi-, Yunanistan’ın toprak istekleri sebebiyle gergin olduğu bir dönemde, 15 Mayıs 1946’da, Boğaz’ın Arnavutluk tarafından geçen iki İngiliz kruvazörüne kıyıdan ateş açılıyor. İngiltere, boğazlardan zararsız geçişlerin milletlerarası hukuka uygun olduğunu bildirip protesto ederken; Arnavutluk yabancı ticaret ve savaş gemilerinin önceden ihbar ve izinsiz karasularından geçme hakkını haiz olmadığını ileri sürmüştür. İngiltere bir daha ateş açılırsa karşılık vereceğini beyan etmiş ve 22 Ekim 1946’da iki kruvazör, iki destroyerden oluşan İngiliz savaş gemisi, boğazdan geçerken mayınlara çarpmış, iki gemide hasar meydana gelmiş, 44 asker de yaralanmış ve telef olmuştur. İngiliz hükümeti bunun üzerine Boğaz’da mayın taraması yapacağını bildirmiş, Arnavutluk, bunun “ülke egemenliği ve bütünlüğüne bilinçli ihlâl” olduğunu söylemişse de, 13 Kasım 1946’da İngiltere, yığınla kruvazör ve destroyer ayrıca bir uçak gemisi eşliğinde mayın tarama işlemini yapmıştır.

Mesele 25 Mart 1948’de Milletlerarası Adalet Divanı’na gelmiştir. Mevzu şudur: Arnavutluk hasar ve telefattan mesul mudur ve İngiltere, Arnavutluğun egemenliğini ihlâl etmiş midir?

Divan, yaptığı incelemeler neticesinde, İngiltere’nin 22 Ekim tarihli geçişi ile Arnavutluğun egemenliğini ihlâl ETMEDİĞİNE karar vermiştir; fakat öyle bir karardır ki bu, Şart’a hiçbir şekilde atıfta bulunulmamakta, İngiltere bir ihlâl yapmadığına göre, Arnavutluğun tabiatıyla “hasarın tazmini” ile cezalandırılması gerekirken; İngiltere’nin bu hareketiyle, “bir başka devletin ülke bütünlüğüne ve siyasî bağımsızlığına karşı olmasa da, kuvvet kullanmak yasağını ihlâl ettiğini ve milletlerarası hukukta bir yeri olmayacağından” bahsedilmektedir. (28)

Hırsızı, evinde suçüstü yakalayan adama, “tamam, elinde silah, maymuncuk ve torba var ama hırsızlık yapacağını nerden biliyorsun?!” denmiş ve “ensesi kalınlar her yere teftiş için girebilir!” hükmüne –mecbûren!- razı etmişlerdir.

Amerika-Nikaragua Meselesi

Nikaragua, 9 Nisan 1984 tarihli bir dilekçe ile Miletlerarası Adalet Divanı’na başvurarak; Amerika’nın, ülkesine karşı kontraları toplama, eğitme, silahlandırma ve askerî veya benzeri faaliyetlerle kuvvet kullandığını; ülkesinin egemenlik haklarını ihlâl ettiğini, vatandaşlarını öldürdüğünü ve bu eylemlerine hâlâ devam ettiğini bildirmiştir.

ABD, Şart’ın 36/2. fıkrasına koyduğu “çokuluslu andlaşmalardan doğan uyuşmazlıklar” hakkındaki “çekincesi” itibariyle, Nikaragua’nın iddialarının; Amerika, El Salvador, Honduras ve Costa Rica arasında imzalanan “Karşılıklı Yardım Andlaşması”na binaen olduğunu iddia ederek, Divan’ın “yetkisizlik” kararı vermesi gerektiğini; Nikaragua’yı bahsi geçen devletlere, özellikle El Salvador’a gerilla saldırısını teşvik etmek ve diğer iki devlete de açıkça sınırötesi askerî hareket düzenlemekle suçlamış, kendisinin “Amerikalılararası Karşılıklı Yardım Andlaşması” gereğince yapılan yardım çağrısına cevab verdiğini, kendisinin tabiî olan ferdî ve ortak meşru müdafaada bulunduğunu ileri sürmüştür.

Bu dava, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın ve Milletlerarası Adalet Divanı’nın, -tabiatıyla da “milletlerarası hukuk”un- esasta, “güçlünün hakkıdır!” esprisiyle hareket ettiğini, fiilî duruma göre, “hukuk” servisi yaptığını, B.M. Andlaşması’nın “harp belâsından nesilleri korumaya” diye başlayan “Giriş”ine, harbin ne olduğu ve cinslerinin de ne olacağı en cahil insanlarca bilinmesine rağmen, “kuvvet”, “tehdid”, “dolaylı saldırı”, “meşru müdafaa” meselelerinde bin türlü cambazlıklar yapılarak, “Sınırlı / Hususî Savaş”ın tüm dünyada yaygınlaşmasına ve kim tarafından yağıldığının bilinmesine rağmen, “hedef olan Devlet”in bu saldırı-savaşa karşı nasıl karşılık vereceği (aslında vermeyeceği) üzerinde durulmuş, bir mânâda da sınırlı savaşın kuralları konulmuş, böylece uygulayan devletin, Andlaşma gereği “zorlayıcı tedbirlere” muhatab olmadan savaşı sürdürmesinin şartları oluşturulmuştur.

Kısaca, “dolaylı saldırı”nın tarifi yapılmamış –veya “dar tutulmuş”- böylece “silahlı saldırı” dışında bir kuvvet kullanımını gündeme getiren 51. madde müeyyidesinden kurtulunmuştur; yukarıda bahsettiğimiz “üç öneri”nin “dolaylı saldırı”nın tarifi üzerine olduğunu ve bunların da müeyyide dışı tutulmanın tarifi olduğunu ve bu tür saldırıda devletin ancak “ülkesinde” müdafaada bulunabileceğinin kabulünü hatırlatalım.

Divan kararında; “silahlı saldırı” bir devletin diğer bir devlet ülkesine silahlı gruplar göndermesi durumunda sözkonusu olabilirse de, bu kişilere silah sağlama veya başka biçimlerde destek verme “silahlı saldırı olarak değerlendirilemez velev ki bunlar kuvvet kullanma yasağının, karışma yasağının ihlali eylemler olsa da”, demiştir. Yine, karşı güçlerin silahlandırılıp eğitilmesi Nikaragua’ya karşı kuvvet kullanma veya tehdidinde bulunma olarak değerlendirilse de, bu güçlere yapılan her yardımın böyle değerlendirilmesi gerekmez. Bu güçlere yalnız malî kaynak sağlanması, kuşkusuz “Nikaragua’nın içişlerine karışma niteliğinde bir eylem olsa da, kendi başına kuvvet kullanma olarak değerlendirilemez” hükmünü vermiştir. Yani, Amerika, gerillalara silah yardımı yapmış, eğitmiş, malî imkânlar sunmuştur; bu gerillalar Nikaragua’daki hükümete karşı silahlı mücadelede bulunmuş ve cinayetler işlemiştir. Fakat bütün bu yapılanlar Nikaragua’nın egemenliğine, bağımsızlığına ve içişlerine müdahale olsa da, saldıran Amerika değil, gerillalardır ve Amerika’nın yaptığı “silahlı saldırı” olarak (Harb!) değerlendirilemez!!!

Geoge Orwell’in "Hayvan Çiftliği”nde, insanlara isyan edip çiftliğin yönetimini ele geçiren ve lider olan domuzlardan daha domuz hakimlerle hüküm veren Divan’ın “en domuz hükmü” ise şudur: “Milletlerarası Hukuk Komisyonu’nun aldığı bir karar, Devlet namına hareket etmeyen kişi veya grupların davranışları, milletlerarası hukuk açısından devletin eylemi sayılmaz. ABD ile Nikaragua’ya karşı-contra güçler arasındaki münasebet, ABD’nin bir organı olarak veya bu hükümet namına hareket eden kişiler olarak tanımlanmasını haklı gösterecek bir bağımlılık-kontrol ilişkisi niteliğini kazanmadıkça, ABD’den kuşkusuz yardım gören bu kişi-grupların, sivil halka yöneltilmiş oldukları terör eylemleri ABD’ye isnat edilemez; ABD sorumlu tutulamaz!” (29)

"Görevimiz Tehlike" dizisindeki, "... yakalandığınızda Amerikan Hükümeti, kendi adına çalışmadığınızı, tanımadığını açıklayacaktır”ın “domuz hukuk”a uygun altyapısı!..

·

Ne diyordu NATO –eski- Başkomutanı Alexander Haig, Reagan’ın Dışişleri Bakanı olur olmaz, 1981 tarihinde:

"-Millî kurtuluş savaşları diye adlandırılan SALDIRILARLA, ülke dışındaki çıkarlarımızı korumada uğradığımız geçici yenilgiler, dünyadaki gelişmeleri etkileme gücümüzü tehlikeye sokuyor."

Peki bu tehlikeye karşı yapılacak olan nedir? Cevab, Amerikan Hava Kuvvetleri –eski- komutanı T. Finletter’den:

"-Amerika’yı hem intihar harbinden, hem de içine düştüğü çıkmazdan ancak ve ancak SINIRLI HARPLER KURTARABİLİR. Amerika’nın Hür Dünya Liderliği ancak bu yolla devam ettirilebilir. Ve nihayet milletlerarası mevcut düzen ve ilişkiler gene bu cins harpler yardımıyla muhafaza edilebilir. Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki komunistlerin kışkırttığı ayaklanma ve statükoyu bozma hareketleri ancak bu sınırlı harpler ile bastırılabilir." (30)

Amerika, Birleşmiş Milletler Andlaşması’nı da arkasına almış ve “hayvan çiftliğindeki diktatör domuz” misâli, hukuku da kendine uygun hâle sokarak dilediğini yapmaktadır. Nasılsa “dolaylı saldırı”, ancak ve ancak, Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın, o da “suçüstü” olduğu ân, teessüflerine muhatabtır!..

Dünya kamu düzeni veya milletlerarası hukuk denilen nesne, işte bu sahtekârlık, hilekârlık ve diktatörlükten ibaret birşeydir. ABD Savunma Bakanlığı yetkilisi James Burnham bunu ne güzel itiraf ediyor:

-"Amerikan hükümetinin kanaatine göre, aynı ânda iki politika güdülmesi zorunludur. Biri açık ve resmî, ikincisi de gizli. Birincisine göre; Amerika sosyalizmin gelişmesini durdurmak, onu önlemek gereğini ilân etmiştir ve bunu imzalamış olduğu anlaşmalarla yapmaktadır. BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN ROLÜNE İNANMAKTADIR ve ONA SAYGILIDIR. İkinci politika ise gizlidir; saldırgandır ve kurtarma politikasının bütün niteliklerine amaçlarına sahibtir. BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ÖRGÜTÜ’NE Amerikan politikasını yürütmede bir araç olarak bakmaktadır ancak ABD’nin ÇIKARLARINA UYGUN HAREKET ETTİĞİ SÜRECE SAYGILIDIR." (31)

DÜNYA KAMU DÜZENİ VE SİYONİZM

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, kurduğu İnsan Hakları Komisyonu marifetiyle, Alemşumül İnsan Hakları Bildirgesi’ni hazırlamış ve bu “Bildiri”, bir “önsöz” ve 30 maddeden ibaret olup “haklar ve hürriyetler, aile hakları, siyasî haklar-âmme hürriyetleri ve ekonomik ve sosyal haklar olarak dört kategoriye ayrılmıştır.

Hukukî olmaktan çok –çünkü imzaya açılmamıştır- ahlâkî bir takım tasvirlerden ibaret olan bu “Bildiri”nin, 1789 Fransız İhtilali’ne atıfta bulunması ve bunun birtakım neticelere ulaşabilmenin “izi” olduğuna inanıyoruz. Şöyle ki:

Fransa’da 1898’de kurulan "Ligue des Droits de l’Homme-İnsan Hakları Birliği”, sosyalist görüşlere sahib olarak kurulmuş olmakla birlikte, kurucularının ve başkanlarının kimliği, çok şeyler anlatmaktadır. Daha kurulduğu ilk günlerde meşhur Drefyus’u savunarak işe başlamış ve devamlı olarak “insan hakları çığırtkanlığı”nı sürdürmüştür. Birlik’in başkanlarının ekserisi Yahudi’dir. II. Dünya Harbi sonrasında “yeni dünya düzeni” kurulurken bu “Birlik” çok faal olmuş, meşhur Bildiri’nin hazırlanmasında önayak olmuştur. Yahudi Emile Kahn’dan sonra 1958’de başkan seçilen, 20 sene koltukta kalan Daniel Mayer –ki aynı zamanda o devirde Fransa Sosyalist Partisi-SFIO Genel Sekreteridir- 1977 Haziran ayında Milletlerarası İnsan Hakları Federasyonu Başkanı seçilmiştir. Bu “Mayer” familyası ise, dişili-erkekli üyeleriyle, “Avrupa’nın babası” lakaplı ve “Avrupa Birleşik Devletleri”nin fikrî tezgahçısı J. Momet ile mesaî sarfetmişlerdir.

Şimdi şu “insan hakları”nın (ve tabiatıyla “demokrasi”nin) neye kılıf olduğunu Kumandan Mirzabeyoğlu’nun kitabından gösterelim:

"-(Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın) 56. maddenin (üye devletleri bağlamadığı şeklinde) tefsirini reddedenler tarafından serdedilen deliller: “İşbirliğinin şümulü ve şekli üye devletin hükümetince tesbit edilirse, şöyle bir mantık sözkonusudur:

Devletler... 56. maddenin taahhütleri gereğince insan haklarına saygı gösterilmesini kolaylaştırmaya mecbur tutulacaklar, fakat münferiden hareket ederken bu hakları hiçe sayabileceklerdir. Şunu hemen söyleyelim ki, üye devletler, üye sıfatıyla hareket ederken, bütün dünyada da ana hürriyetlere saygı gösterilmesini kolaylaştımaya hukuken mükelleftirler; zira, başka ülkelerde insan haklarına riayeti sağlamak, buna mukabil kendi ülkelerinde bunları ihlâlde serbest olmak düşünülemez... Demek oluyor ki, burada ahlâkî prensibler değil, hukukî bir mükellefiyet sözkonusudur.

Bu görüşü benimsemek, insan haklarına ve ana hürriyetlere müteallik meselelerin, devletlerin millî yetkileri alanına dahil bulunmadığını da kabule sevkeder... Bu kabulün dünya siyaset sahnesindeki görüntüsü de, teşkilât içindeki imtiyazlı zümrenin, kendi çıkarları doğrultusunda güçsüz ülkelerin işlerine burunlarını sokabilmeleri için bir bahane teşkil etmesi, bir koz olabilmesidir.” (32)

Demokrasinin ihraç edildiği memleketlerde dolaylı yoldan bolca imkân elde etmeleri meselesine gelince: Bir yandan “ferdî hak ve hürriyetler” kapsamında ekonomi alanının “kâr” ve “çıkar” ilişkilerine dayalı düzeninde tayin edici mevkiye geçmek, öte yandan para gücüyle “iç”e ve “dış”a bakışta kamuoyu oluşturucu işbirlikçi basını gütmek, demokratik kitle örgütleri adı altında kamuoyu baskı gruplarını temsil eden ve oluşturan kuruluşlar vasıtasıyla işi milletlerarası alana âit kılmak, her biri her birinin içinde ve birbiriyle alâkalı buna benzer çeşitli tesir unsurlarıyla siyasî iktidarı tayin etmek... Bir memleketin ahlâkî, hukukî, sosyal, iktisadî ve siyasî yapısını, işine gelen tonda yönlendir!.. Meselâ bizde, her ne kadar Meclis’in duvarında “Hâkimiyet Milletindir!” yazıyorsa da, iktidara gelmek için veya iktidara gelince gözler hep Amerika ve Batı’nın baba devletlerindedir!.. Batı emperyalizminin milletlerarası iktisatta nazım rolü oynayan bankalarının kredi verdi vermedi tutumunun iktidarı belirleyici rolü, aynı minvalde dış yardım ve askerî yardım meselesi?..

"Yeni dünya düzeni" demokrasi kılıfında tertiplenirken, demokrasi cümlesinden olan ve Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın “İnsan Hakları Bildirisi” ile Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın “insan hakları”na ilişkin maddelerinde geçen “ırk, cins, dil veya din farkı gözetmeksizin” lâfları, kuru bir palavradan ibarettir. Devletlerin eşit olarak oturmadıkları bir masa etrafında, milletler nasıl eşit olacak?.." (33)

Birleşmiş Milletler Teşkilatı-Andlaşması devrinde, devletleri “zorlayıcı” bu “Bildiri” yanında birçok kurum da kurulmuş ve “tek el” idaresi yaygınlaştırılmıştır. Meselâ, “Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Andlaşması Örgütü-GATT”; “Milletlerarası Para Fonu-IMF”, “Dünya Bankası” ve “Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Fonu-UNCTAD”, NATO kurulmuştur.

Bütün bu kuruluşların “tek el”i (oligarşik monarşi!) teşkil için kurulduğunu söyledik. Peki, “tek el” kim?!

Birleşmiş Milletler, IMF, Dünya Bankası, UNCTAD vesairenin “kuruluş kararları” hep bir merkezde toplanmaktadır: CFR-Concil on Foreign Relations / Dış İlişkiler Komitesi!.. (34) CFR’yi teşkil eden ise, Amerikalı Albay Edward Mandell House’dır. Bunun Rothschid, Warburg, Kahn, Marburg, Morgenthau, Lehman gibi “çok uluslu şirketlerin” muteber adamı olduğunu, FBI’da çalışan bir gazetecinin “Görünmez Hükümet” isimli kitabından öğreniyoruz. Albay House, “Ondört İlke-Prensibleri” ile ünlü olan Amerikan Başkanı Thomas Woodrow Wilson’un “sır katibi” idi. Bu “14 ilke” (35) Amerika’nın dünya sahnesine inme ve onu şekillendirme harekâtının ilk hamlesi olmakla birlikte, bu “ilkeler” ışığında “milletlerarası sulh ve emniyeti temin, uyuşmazlıkların giderilmesi” için kurulan “Cemiyet-i Akvam-Millletler Meclisi”nin (36) de hayata geçirilmesinin altyapısını tesis etmiştir. Albay House, 150 kadar profesör, hukukçu, iktisadçı, siyasetçiden oluşan bir Komite teşkil edip, “Cemiyet-i Akvam Şartı”nı hazırladı. Bu şart, 28 Nisan 1919’da “kurucu anlaşma” olarak kabul edilip, 28 Haziran 1919 tarihinde de Versailles/Versay Andlaşması’na dahil edilip, bu andlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi olan 10 Ocak 1920’de de resmîleşmiştir. Paris ve Versay Andlaşmaları, Avrupa’nın “şekillendirilmesine” yönelik andlaşmalardı ve Almanya’nın en büyük rahatsızlığı idi; Hitler’in “Kavgam”ında bu hususta ve bunun nasıl bir Yahudi tuzağı olduğuna dâir bilgiler vardır.

Wilson’ı, “Milletler Cemiyeti”ni ve CFR’yi kendi etrafında teşkilâtlandıran Albay House ise, “Hikmet Üstadları-Masters of Wisdom”ın “Illuminisite” ve “Synarchique” Masonluğuna mensubtur. “Illuminisme”, Almanya’da Adam Weishaugt (1748-1830) tarafından kurulan masonik bir fikri-siyasî harekettir. Bu adam, masonluk içinde fakat ondan daha gizli –yani hem teşkilat bakımından hem fikrî bakımdan “esrarlı!”- (37) “Orden der Illuminaten” adlı bir teşkilat inşâ etmiştir. Sülale boyu “haham” olan Karl Marks da (1818-1883), işte bu teşkilatın üyesi idi ve hazırladığı “Komünist Manifesto” da bu cemiyetin “programı” olarak kendisine ısmarlanmıştı; kaldı ki bu cemiyet daha sonra ismini “Komünistler Birliği” olarak değiştirmiştir.

"Snarchiste-Senarşist”e gelince... Aynı “Illuministe” gibi “ultra-secret” bir teşkilât olup, Fransa’da tesis edilmiş olan bu teşkilâtı Jean Coutrot (1895-1941) tezgahlamıştır. Kadrosu çok büyük sermayeye sahib kişi-grupların kontrolündedir ve maksadı teknokratlarca idare edilen oligarşik bir rejimdir. Daha da ilginci, Fransız Milliyetçisi Mareşal Petain’in iktidarı esnasında Gaston Martin –ki Martin’ler “Bilderberg Group”un da üyesi olmuşlardır-, Constant Chevillon gibi üstad masonların evlerinde yapılan aramalarda ele geçirilen “Senark Programı”na göre; “Şenarşi” hem sosyalist hem –“union federative de’l Europe” teklifiyle- Avrupacı, hem de tek dünyacıdır; “program”daki 592. teklifte Alemşümul Milletler Cemiyeti (-“Societe Universelle des Nations”-) kurulması, bunun vasıtasıyla ve bloklar teşkil edilerek –bunlar da Büyük Britanya, Amerika, Rusya ve Fransa’nın nüfuzları altında olacaklardır- Dünya’nın idare edilmesi teklif edilmektedir. Daha da enteresan olan, Fransız Hükümeti tarafından bu “ultra-secret” teşkilâtın açığa çıkarılması ve soruşturmaların başlamasıyla birlikte mensuplarının –konuşması muhtemel- ileri gelenleri de dahil pek çoğu ve bunların isimlerini “la Liberation-Kurtuluş”da yazan muhabir, tek tek öldürülmüş ve “ultra” olmasa da “secret” tekrar sağlanmaya çalışılmıştır.

Meşhur Albay House, işte böyle bir teşkilâtın en faal üyesidir; ve dikkat ediniz, Albay, Amerika’nın, “14 İlke” ile “dünya hâkimiyeti”ne yöneldiği ânda, Başkan Wilson’ın yanındadır; fakat zannetmeyin ki, o emir altındadır, tam aksine CFR’ye üye yaptığı Wilson’ın da “üst”ündedir.

Albay House, Polonya Yahudisi Joseph Retinger (1887-1960) ile irtibatlı idi. Peki Retinger kimdir?

"Onsuz ne "Avrupa İktisadî Yardımlaşma Birliği”, ne “Avrupacı Hareketi” ve ne de bizim “Avrupa Kültürü Merkezi” hiçbir zaman dünyaya gelemezdi. La Haye’deki “Avrupa Kongresi” de onun eseri olmuş ve “Consell de l’Europe-Avrupa Komitesi” bunun neticesinde doğmuştur. Daha yakın zamanda ise, Bilderberg Group’u tasarlayan ve teşkil eden de o idi!”

Vefatı üzerine, -bahsedildiği gibi- kendisi tarafından teşkil edilen Cenevre’deki “Centre de Culture Europenne”nin beşinci “Bulletin”inde, Retinger işte böyle tanıtılıyor. “Bilderberg Group 1954 Mayısında, Hollanda’nın Oesterberk bölgesinde Bilderberg Oteli’nde toplanan her mesleğe mensub yüz kadar “seçkin şahsiyet”in bir araya gelmesiyle tesis edildi. Başkanı Hollanda Prenai Berahard gözükse de, yukarıdaki resmî ifâdeden de anlaşılacağı üzere, gerçekte Joseph Retinger’dir.

Bilderberg Group’un ne olduğundan evvel, dünya üzerindeki tesirini gösterici olması bakımından toplantılara katılanları yazalım; ki böylece “ne” olduğu da zihinlerde inkişaf eder. En başta bütün Siyonist teşkilâtlarda olduğu gibi, Rothschild sülasesi, Rockefeller sülalesi, Warburg sülalesi, Wolf sülalesi, Carnegie sülalesi, Ford sülalesi... Bunlar “çok uluslu şirket-ÇUŞ”ların ekserisine sahib olan iktisadî bir güçtürler. Bunların yanında, ABD –eski- Dışişleri Bakanı, Dean Acheson; Amerikalı meşhur gazeteci Walter Lippman; Senatör Jacop Koppel Javits; “gladiatör” Henry (Henrich) Albert Kissinger, İngiltere Başbakanları Edward Heath ve Herold Wilson; Federal Almanya Dışişleri Bakanı Prof. Walter Hallstein; Federal Almanya Başbakanı Kurt George Kissinger ve Ludwig Erhard; 1957 Nobel Barış Ödülü sahibi Kanada Başbakanı Lester Parson; Belçika Başbakanı Prof. Paul Van Zeeland; “Fiat”ın sahibi Giovanni Agnelli; içinde “Pirelli” de olan bir tröstün patronu Alberto Pirelli; “senarşi” üyesi, Fransa Dışişleri Bakanı Valery Giscard D’estaing; “Avrupanın babası” Robert Shuman; de Gaulle’nin Maliye-Dışişleri ve Sömürgeler Bakanı René Pleven; “Lethman Brother’s” Bankası müdürü, “İsrail’i icabında kendine rağmen kurtarmalı!” vecizesinin (!) sahibi, Amerika Başkanları’nın en yakın adamı George W. Ball; “Silahsızlanma Konferansı” ABD Başdelegesi, Kore elçisi Arthur Dean; Round Table finansörü, İngiliz sermayedar Francis Astor; NATO genel sekreteri, Hollanda BM Daimi Temsilcisi Joseph Luns; Cemiyet-i Akvam Sekreteri, meşhur iktisadçı ve “senarşist” Prof. Jacques Rueff; Fransa Başbakanı Georges Pompidov; Almanya Başbakanı Helmut Schmidt; “Exxon”un Başkan Yardımcısı Emilo G. Collado; “İsrail’in desteklenmesi, ABD için manevî bir mecburiyettir!” vecizesinin (!) sahibi, Carter’in yardımcısı Walter Mondale; “Amerika Milli Güvenlik Konseyi” Bşk. Yardımcısı, meşhur “jeopolitikçi” Zbigniew Brezinski; Margaret Thatcher vesaire vesaire... Ayrıca toplantılar Türkiye’de de yapılmaktadır ve “türkler” (!) de katılmaktadır. Bugüne kadar katılanlar ise –bilinebildiği kadarıyla- şöyle: “Hürriyet” gazetesi Ankara temsilcisi, “28 Şubatçı” Sedat Ergin; Dolandırıcı gazete ve şirket patronu “Sabatayist” Dinç Bilgin; Süleyman Demirel; Bülent Ecevit; Turhan Feyzioğlu; İhsan Doğramacı; Dışişleri Bakanı H. Esad Işık ve İsmail Cem İpekçi; Kâmran İnan; DİSK –eski- başkanı Halil Tunç; “Yaşar Holding”in yani DYO, Tuborg, Botaş, Pınar ve birçok turistik kuruluşun sahibi Sabatayist Selçuk Yaşar; Selahaddin Beyazıd; emekli elçi, NATO’da Türkiye Elçisi, “Round Table”ın Türkiye ayağı “Türk Atlantik Derneği” başkanı Muharrem Nuri Birgi...

Bilderberg Group’un yapısı ise şöyledir: Tepede, Round Table idarî kurulu; bunun altında “icra komitesi” yerinde “Bilderberg Group Danışma Komitesi”; buna tâbi, “genel sekreterlik” makamında “idarî heyet” ki “Genel Sekreter”, “Danışma Komitesi” üyesidir; bu sekretere tâbi Avrupa ve Amerika Sekreteri; bunun altında da bütün Bilderberglilerin birarada olduğu “heyet”.

Bahsi geçen "Round Table-Yuvarlak Masa", İngiliz Yahudisi Cecil Rhodes (1853-1902) tarafından plânlanmıştır. Rhodes Rothschild ile birlikte Güney Afrika’nın elmas yataklarının inhisarını ele geçirmiş, “Cap” kolonisinin altı sene Başbakanlığını yapmış ve Afrika’da bulunan –eski- Rodezya’ya da ismini verecek kadar güçlü bir kişidir. “Round Table”ı, esasında 1891’de “gizli komite”si ile birlikte tesis etmişse de, “seçkin şahsiyetlerle” kamuoyuna çıkışı, 1909’dur. “Rhodes Cemiyeti” diye de bilinen bu kurumun maksadı da aynıdır: “Tek Dünya Devleti!”... Siyonist teşkilatlanmanın en üstlerinde yer alan “Round Table”; altta bulunan Bilderberg Group, (Amerikan) CFR ve (İngiliz) Chattham House ile, “Masonluk”un kontrollü faaliyetini sağlamaktadır.

·

Bilderberg, Round Table, CFR, Masonluk vesaire ile irtibatlı olan bir şahsiyet ise, Fransız Jean Monnet’tir... Bu zâttan bahsetmemizin sebebi, “tek dünya devleti” için, -“Senark Programı”nda olduğu gibi bloklaşarak “tek el!”-, “Avrupa Birleşik Devleti”nin temellerini atması ve ömrünü bu yolda sarfetmesidir. Kanyak-Şarap üretimi yapan aile şirketine borç almak için gittiği büyük sermayedar-bankacı yahudi Lazard’larla tanışması, şirketini kurtardığı gibi, onun, Siyonizmin yolunda çalışmasının da başlangıcı olur; Monet, artık Fransalı değil, “Avrupalı” olmuştur.

Monet Versay Andlaşması’yla girdiği siyasete, İngiltere ve Fransa Başbakanları’nın –Balfour ve Clemenceau- teklifiyle 1920’den 1923’e kadar “Cemiyet-i Akvam Genel Sekreter Yardımcılığı” göreviyle artık en “tepe” ve “muteber-güvenilir” kimliğiyle devam etmiştir. Şirket ve Banka sahibliği, “Çin istikraz tahvilleri”ni piyasaya sürmesinden gelen servet... 1938’de ABD’ye Fransız Hükümeti temsilcisi olarak gidip, Almanya’ya karşı Fransa silahlı kuvvetleri için 1700 bombardıman uçağı siparişi verir bu arada...

1939’da, her iki ülkenin levâzım ihtiyaçlarını birarada tazminini amaçlayan “Fransa-İngiltere Koordinasyon Komitesi”ni kurar; Komite iki hükümet tarafından 18 Ekim 1939’da tasdiklenir, Monnet de Başkan tayin edilir. 1940 Haziranında, İngiltere ve Fransa’nın “tek/ordu-hükümet-parlemento-vatandaşlık” hâlinde tek bir devlet hâline gelmesi tasarısını hazırlar; iki ülkenin hükümetlerince –Churchill ve deGaulle- kabul edilen tasarı, Fransız milliyetçisi Mareşal Petain’in hükümet kurmasıyla akim kalır; Koordinasyon Komitesi de feshedilir. Aynı hükümet, “Senark Programını” da ele geçirir. Bu şartlar altında Monnet, İngiltere’ye “uzaklaşır”. Artık İngiliz-Amerikan “yakınlaşması” ile ilgili çalışmaktadır. Savaş ertesinde tekrar Fransa’dadır; de Gaulle devrinde “Plânlama Teşkilâtı”nı kurar ve böylece küçük ve orta ölçekli firmaların büyük firmalarca yutulacağı 1947-1953 arasındaki “Monnet Plânı”nı hazırlar. Monnet’nin “esas” devri ise bundan sonradır.

Etieme Hirsch, Pierre Uri isimli iki Yahudi yardımcısı ve yukarıdaki listede ismi geçen –yahudi ve Bilderbergli- René Mayer’in katkısıyla esas olarak Fransa ve Almanya, fakat bütün Avrupa Devletleri’ni kapsayan “kömür ve çelik birliği” plânını hazırlar. 10 Nisan 1952’de fiilen kurulan “Avrupa Kömür ve Çelik Birliği-CECA”nın da Başkanı olarak seçilir. Monnet CECA için şöyle demektedir:

"-Bu teklif, temel istihsallerin müşterek kılınması ve kararları, Fransa, Almanya ve kabul edecek diğer memleketleri bağlayıcı mahiyette olacak yeni bir Yüksek Sulta’nın tesisi sayesinde, sulhun muhafazası için elzem olan bir AVRUPA FEDERASYONUNUN ilk müşahhas temellerini tahakkuk ettirecektir." (38)

1955’te yeni bir teşkilât plânlar ve CECA’nın üyelerinin kabulüyle de 18 Ocak 1956’da Paris-Branting Enstitüsü’nde ilk toplantı ile faaliyete geçirir: “AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İÇİN HAREKET KOMİTESİ”... Bu komiteye “Monnet Komitesi” de denir; bu Komite’nin “Ortak Pazar”ın teşkilinde büyük tesiri vardır. 2 Nisan 1976’da, -Retinger’in de karıştığı-, tesis ettiği “Avrupa Konsülü” tarafından, Devlet ve Hükümet Başkanları tarafından ödüllendirilip, “Avrupa Fahri Vatandaşı” ünvanını alır.

·

Monnet’in hatıralarından bir bölüm vererek, “maksadı”nın ne olduğunu gösterelim:

"-("Monnet Komitesi"ne girmelerini istediği kişilere yazdığı mektub)

Sizden "AVRUPA BİRLEŞİK DEVLETLERİ İÇİN HAREKET KOMİTESİ”nin teşkiline iştirak etmenizi istemekle şeref duymaktayım. Komite üye teşkilâtlar arasında hareket birliğini temin ederek, gerçekleştirilecek müşahhas eserlerle Avrupa Birleşik Devletleri hedefine ulaşmaya çalışacaktır... Sadece hükümetler arası basit bir yardımlaşma kafi değildir. Devletlerin selahiyetlerinin bir kısmının, iştirakçi devletlerin tamamını temsil eden federal vasıftaki Avrupa müesseselerine tevdi edilmeleri şarttır.”

"Siyasî ittihad-birlik ne kadar acil ve şimdiye kadar kaydedilen ilerlemeler ne kadar mühim olsa da, merhaleleri bir çığırda atlamak mümkün görünmemektedir. Yarının siyasî birliği, iktisadî birliğin günlük hayatın sınaî, ziraî faaliyetlerinde bir vakıa hâline gelmesiyle olacaktır." (39)

"Monnet Komitesi"nin çalışmalarıyla, “Ortak Pazar”ı tesis eden ve bugünkü Avrupa Bilriği’nin temelini atana “Roma Andlaşması” imzalanmıştır.

·

Monnet 1918’de Wilson ve Clémenceau’ya yazdığı mektubta şunları söylüyor:

"-Müttefik demokrat memleketler arasında, hür halkların iktisadî birliğinin merkezî nüvesini meydana getirecek bir iktisadî birliğin teşkiline acil ihtiyaç var. Bu müstakbel ittihadın çerçevesi, harp ortasında şu ânda çalışmakta olan müttefikler arası iktisadî heyetlerde, daha şimdiden belirmektedir."

Hatıratında, “Cemiyet-i Akvam”daki çalışmalarına ayırdığı bölümde, “Milletlerarası İktidar”dan, “devlet hududlarının tedrici olarak silinmesinden”, “gerçek bir milletlerüstü iktidardan”, “milletlerarası meselelerin, hükümranlığın vekâleten devri ile halledilmesinden”, “devletlerden bağımsız gerçek bir sulta teşekkülünden” bahsetmektedir. Hattâ, İngiltere’ye de şâmil, ABD ile dayanışma içinde bir Birleşik Avrupa’dan bahsetmektedir. (40)

·

Bloklaşmada “Hür Dünya” ve “Komünist Blok” arasındaki husumet halledilecektir?! “Yalta”daki “paylaşım” ve akabinde tesis edilen “harp belâsına son verici” Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’ndaki “daimî üye” ayrıcalığı bu meseleyi en az pürüzle atlatmanın yolu olarak, icad edilmiştir. Bunun yanında “komunistlerin” en büyük düşmanı (!) olan Amerika’nın zirvelerinde yeralmış, istihbarat şubesinin Doğu Avrupa kısmını idare etmiş ve Kissinger’in en yakın ve faal dostu olup, “Milli Güvenlik Konseyi” yardımcılığına da getirilmiş olan –Bilderberg ve CFR’li- Helmut Sonnenfeld’in, “Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa ülkeleri arasında daimî ve organik bir bağın olması icab ettiğini” müdafaa eden sözlerinin “Le Monde”da yayımı sonrasında söylediği, “Eğer Üçüncü Dünya Savaşı istenmiyorsa, SSCB-Doğu Avrupa münasebetinin müesseseleşmesi" (41) gerektiğini ifâde eden sözleri, Amerikan-Sovyet “düşmanlığı”nın (!) belli bir siyasî gayeye matuf olduğunu göstermektedir: “Tavşan kaç, tazıya tut!”...

·

Zannedersek, mevcut "dünya kamu düzeni" ve "milletlerarası hukuk”un nasıl bir seyir izlediği ve kimlerin vasıtasıyla teşkil edildiği anlaşılmıştır. Siyonizm, “bloklaşma” üzerinden “Milletlerüstü devlet”e (42) gitmenin yolunu aramaktadır. “Avrupa Birliği”nin “Avrupa Federatif Devleti”ne dönüşmesi, bunun Amerika (kıtası) ile “birleşmesi” atılacak diğer adımlardır. Bunlar fikrî-teorik plânda hazır olsalar da, pratiğe geçirilmesi zamana bağlıdır. Fakat bu kurumların birbirleriyle yaptığı “iktisadî andlaşmalar” ve halihazırda bulunan “Birleşmiş Milletler Teşkilâtı”, Siyonizmin, 1717, 1789, 1897 hamlelerinin, müşahhas plânda olmasa da, mücerred olarak “tuttuğunu” göstermektedir ki, “İsrail Devleti” bu plânın son merhaleye gelişinin de ilânıdır.

·

Bütün bu yazdıklarımız belki kimilerine “abartılı” ve “yahudi düşmanlığı” gibi gelebilir. Hatta “komplo teorisi” olarak bile nitelenebilir. Prof. Michael Parenti, “İmparatorluğa Karşı” isimli kitabında, Amerika-Batı ve Kapitalizmin “insan düşmanlığı” üzerine söylenen sözlere yapılan tenkidleri şöyle anlatıyor:

"-Bazı insanlar bu eleştiriyi “komplo teorisi” diye reddetmektedir. Siyasete yön verenlerin bazen yalan söylediklerine ve güçlü çıkar gruplarının hizmetinde açıkça dile getirmedikleri programlara sahib olduklarına inanmamaktadırlar. Israrla, zenginlerin ve güçlülerin de tıpkı bizim gibi, maksatlı şekilde hareket etmediklerini söylemektedirler. Bu görüşe göre, iç ve dış politikalar, zenginlerin çıkarlarının korunmasıyla ilgili olmayan bir masum olaylar dizisidir. Kuşkusuz resmî görevlilerin yaratmak istediği izlenim budur.

Çayırda iki dana gösteren bir karikatürü hatırlıyorum. Danalardan biri, yüzünde kederli bir ifâde ile “Felâket, hamburgerleri nasıl yaptıklarını öğrendim” der. Öteki dana ise, “Seni gidi solcu paranoyak. Senin şu komplo teorilerin yok mu!” diye cevab verir.

Kapitalist devletin politikalarının kurbanı olanlar, hamburger hâline gelmek istemiyorlarsa, katlandıkları şartların sadece masum ahmaklıkların ve kasıtlı olmayan sonuçların yarattığı bir serencam olmadığını kabul etmek zorundadır." (43)

"Hamburger"in nasıl yapıldığını, hem de “kasapların” en azgını, yahudi ve İngiliz Başbakanı Disraeli şöyle itiraf ediyor:

"-Dünya nazarı dikkatlerini, perde arkalarına atfetmeyenlerin zannetiklerinden tamamen başka şahıslarca idare ediliyor." (44)

Yetmezse, bir itiraf daha; Yahudi Walther Rathenau’dan:

"-Birbirlerini tanıyan ve haleflerini kendi etraflarından seçen üçyüz kişi, Avrupa Kıt’asının mukadderatını tâyin etmektedir!" (45)

·

Ne demişti Kumandan Mirzabeyoğlu:

"-Batının demokrasiyi dayatması, herkesin eşit olarak haklardan istifade edeceği bir dünya bütünlüğü için değil, George Orwell’in ünlü eseri “Domuzlar Diktatoryası”nda geçtiği gibi, “hepimiz eşitiz ama, bazılarımız biraz daha eşit” anlayışı çerçevesinde bir düzene boyun eğdirme zorbalığıdır.

Birleşmiş Milletler Teşkilâtı, bizzat Güvenlik Konseyi’nin yapısı ile bir “Domuzlar Diktatoryası” olduğunu göstermektedir. Güvenlik Konseyi’nin “veto hakkı” olan üyeleri arasında niçin bir tane bile halkı müslüman ülke yok?.. Rejimi İslâmî olmadığı hâlde bile, halkı müslüman ülkelerin yeri pabuçluk!.." (46)

·

"Sınırlı-hususî harb”i, oligarşik monarşi çekişmesi, “Domuzlar Diktatoryası”nın kontrolündeki “kamu düzeni” ile, aynen öyle!..

Bu dişliyi kıracak olan ise, -göstereceğiz- sadece BAŞYÜCELİK DEVLETİ!.


Dipnotlar:

22-a) "Onüç devlet önerisi"ni sunan devletler: Kolombiya, Kıbrıs, Ekvator, Gena, Guyana, Haiti, İran, Madakaskar, Meksika, İspanya, Uganda, Uruguay, Yugoslavya.

22-b) "Altı devlet önerisi”ni sunan devletler: Avusturalya, Kanada, İtalya, Japonya, Amerika, İngiltere. Bunun dışında, “On devlet önerisi”nde bulunan Cezayir, Kamerun, Gana, Hindistan, Kenya, Madagaskar, Nijerya, Suriye, Birleşik Arap Cumhuriyeti ve Yugoslavya ile “Beş devlet önerisi”nde bulunan Arjantin, Şili, Guatemala, Meksika ve Venezüella.

23) Prof. Dr. Sevin Toluner, "Nikaragua’ya Karşı Askerî ve Benzeri Faaliyetler Davası’ndaki Yargı ve Meşrû Müdafaa Hakkı”, Devletler Umumi Hukuku “Deneme” Kitabı, s. 24

24) Burada, "meşru müdafaa” kavramına –elastikiyetine!- de değinmek gerekir. Meşrû müdafaa, bilindiği üzere bir saldırı karşısında gerçekleşir. Tabiatıyla bu devletin ülkesine yönelik olarak, Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın 51. maddesinin açık okunuşuyla anlaşılabilir. Fakat, uygulama çok ilginçtir. İngiltere’ye göre meselâ!.. 31 Ekim 1956’da Fransa ile Mısır’a yapılan silahlı saldırı-müdahalede, İngiliz Dışişleri Bakanı’na göre, İngiliz vatandaşlarının canlarının tehlikede olmaları, Kanaldan geçen GEMİLERİN TEHLİKEDE bulunmaları; bunun yanında da kıymetli Kanal tesislerinin tehlikede olmasına bağlanmıştır; Bakan’a göre B.M. Andlaşması; devletin, ‘vatandaşlarının canlarını’ ve ‘kendi hayatî çıkarlarını’ korumak hakkını ilgâ etmiş değildir. Genel Kurul’da ise, müdahaleyi, “hayatî çıkarların korunması ve düzenin yeniden kurulmasını sağlamak amacıyla alınmış acil zabıta tedbirleri” olarak savunmuştur. O hâlde!. Irak’a niye saldırıyorsunuz?! El cevab: Hayvanların en rezili domuz hükümdar olunca, olan bu olur!!!

25) Sınırlı Harp-Düşük Yoğunluklu Savaş’ı devlet siyasetinin tatbikinde stratejik bir ayak olarak kabul eden, bunu resmî metinlerde tek tek açıklayan ABD; demek ki, Düşük Yoğunluklu Savaş ile devletlerin iç işlerine müdahale ederken, “Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayan” bir kuvvet kullanımı içinde değildir ki, hiçbir soruşturmaya muhatab olmamaktadır!!! Irak’ın kusuru galiba –bu yoruma göre- açıktan saldırması idi Kuveyt’e!!! Domuzlar hükümran olunca!!!

26) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti –Yeni Dünya Düzeni-, İBDA Yay., İstanbul 1995, s. 36

27) Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 79 (Hususen “2. Levha: Dünya Kamu Düzeni”)

28) Prof. Dr. Sevin Toluner, a.g.e., s. 113 (Milletlerarası Adalet (!) Divanı, bu, “domuz adaleti”ne uygun kararını 9 Nisan 1949 yılında vermiştir.)

29) Prof. Dr. Sevin Toluner, a.g.e., s. 1 (Milletlerarası Adalet (!) Divanı, bu, “domuz adaleti”ne uygun kararını 27 Haziran 1986 tarihinde vermiştir.

30) M. Fahri, a.g.e., s. 260

31) M. Fahri, a.g.e., s. 113

32) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, s. 48-49

33) Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 99-100

34) CFR, 5 Haziran 1919’da, Paris’te "Hotel Majestic"de tesis edilmiştir.

35) "Ondört İlke”yi ekte veriyoruz. Fakat, öncelikle bir noktayı belirtmek istiyoruz. İspanya, 1789 Fransız İhtilali’nin tesiriyle “iç karışıklıklarla uğraşıyordu, lâkin devlet yetersiz kalıyordu.” İspanya Kralı, “Dörtlü İttifak”a (İngiltere, Rusya, Avusturya, Prusya) başvurarak yardım taleb edince, İttifak’a yeni girmiş Fransa bu işle vazifelendirildi. Ayaklanmalar bastırıldı fakat kralı bu sefer de sömürgeleri için yardım taleb etti. İngiltere, Fransa ve Rusya bunu hemen kabul ettiler. Niyetleri belli idi: Ayaklanmaları bastırmak bahanesiyle Amerika’daki İspanyol sömürgelerini kendi kontrol-hâkimiyetleri altına almak! Amerika ise bu durumu dikkat ve endişe içinde izliyordu. Sömürgeci devletler her ân Güney Amerika’ya yerleşebilirlerdi. ABD’nin beşinci başkanı James Monroe, 2 Aralık 1823’te Amerikan Kongresi’ne bir mesaj yolladı. Buna göre; ABD, Avrupa’nın içişlerine karışmaktadır, orayla siyasî alâkası yoktur; tabiatıyla Avrupalılar da Amerika kıtasında herhangi bir sömürgeleştirme faaliyetine girişir ise, bu “düşmanca” bir hareket sayılacak ve silahla karşı konulacaktı. “Monroe Doktirini” denilen bu siyasetin özü, “Amerika kıtası, Amerikalınındır!” demekdir. Bu, Doktrin’in ilânı ise İspanyol sömürgelerine Avrupa Devletleri asker yollayamamış ve neticede, İspanya Amerika’dan tasfiye olmuş, sömürgeler bağımsızlıklarına kavuşmuştur. Burada şunu söylemek istiyoruz: Esasında “Amerika kıtası Amerikalılarındır!” ile, ABD’nin adaletli ve insaflı bir siyaset geliştirdiğini ve kıtayı, oranın –kendisi de Avrupa’dan kaçan soysuzlar sürüsü olduğuna göre- “yerlilerine” bıraktığını veya onlarla işbirliği içerisinde hareket ettiğini düşünebilirisiniz. Oysa durum böyle değil. Bu “Monroe Doktirini”, Kıta’nın kuzeyinde Atlantik kıyısından biraz içerilere doğru yayılmış olan Amerika Birleşik Devletleri’nin kıtanın tek hâkimi olması için oluşturulmuş bir siyasettir; Avrupa devletlerinin İspanyol sömürgelerine askerî yardım göndermesini “savaş sebebi” ilân eden ABD gerçekte İspanya Krallığı’nın kıtadaki sömürgelerini ele geçirmek istiyordu. Nitekim 1840’lardan itibaren bu sömürgelere saldırılara başladı. Florida, Meksika, Arizona ve Teksas’ı İspanyollardan alan ABD, 1850’lere gelindiğinde Pasifik’e ulaşmış idi. Pasifikten de Çin’e, Küba’ya, Filipinler’e, Kanal bölgesine vesaire... Kısaca, Monroe Doktrini’nin asıl mânâsı şudur: “Amerika kıtası, ABD’nindir!” Kenedy’nin Dışişleri Bakanı Dean Rusk, Senato’ya yaptığı açıklamada, ABD askerî kuvvetlerinin 1798’den 1945’e kadar yabancı ülkelere 103 müdahalede bulunduğunu açıkladığını; ABD’nin I. Ve II. Dünya Savaşları esnasındaki müdahalelerini saymazsak, bunun büyük kısmının Amerika kıtası içerisinde olduğunu düşünürsek, ABD saldırganlığı (ve “Monroe Doktirini”) hususunda kafamızda birşeyler oluşur. İşte “Ondört İlke”, “Monroe Doktirini” ile kıta çağında hâkimiyetini kurduktan sonra, dünya çağında hâkimiyete yönelmesinin ilk adımı oluyordu.

36) "Cemiyet-i Akvam-Milletler Cemiyeti" (Societe des Nations), Wilson’un 8 Ocak 1918’de Kongre’de yaptığı konuşmada geçen “Ondört İlke”nin 14. sü gereğince kurulmuştur. T.C., Cemiyet-i Akvam-ı Umumî Kurulu’nun yaptığı çağrıdan sekiz gün sonra 9 Temmuz 1932’de üye olmuştur.

37) "Komünizm icad eden de, parayı icad eden de Yahudi” tesbitini yapan Büyük Doğu Mimarı’nın bu tesbitinin yanına hemen siyonist Baruh Levi’nin Marks’a yazdığı mektubtaki şu kısmı koyun:

"-Yahudi milleti, bir olarak kendi kendinin Mesihi olacakdır. Onun dünya üzerindeki hâkimiyeti, bütün insan soylarının birleşmesi ve dünyanın her tarafında Yahudilere eşit haklar tanıyan bir “Dünya Devleti” kurulmasıyla gerçekleşecektir. İnsanoğlunun bu yeni teşkilatına İsrailoğulları, işçi yığınlarının başına Yahudi soyundan liderler getirirse, en yüksek mevkilere erişeceklerdir. “Dünya Cumhuriyeti”ni meydana getirecek olan milletlerin hükümetleri, proleteryanın yardımıyla, Yahudilerin eline kolayca geçecektir. Özel mülkiyet ortadan kaldırılacak ve bütün devlet malları Yahudilerin kontrolü altındaki hükümetlerce zabdedilecektir. Ve böylece Mesih’in gelişiyle yeryüzündeki bütün milletlerin mal ve mülklerinin anahtarlarının Yahudilerin eline geçeceği yolundaki Talmud’un vaad ve müjdesi yerine getirilmiş olacakdır.” (Reuve de Paris dergisinin 35. sayısından aktaran: Harun Yahya, Masonluk ve Kapitalizm, s. 216) Sülale boyu “haham” olan ve Kabbala eğitimi alan Karl Marks’ın, “örs ve çekiç” oyununda “çekiç” rolünü işgal eden komünizm ile neye vesile olduğu (bunun felsefî kaynağı, kapitalizmin vahşileşmesine olan tepki, v.s bahsimiz dışındadır) zannedersek anlaşılmıştır: “Hür dünya” örsünde, “Komünizm” çekici ile milletlerin köleleştirilmesi!

38) J. Monnet’in Hatıralarından aktaran: Yesevizâde, a.g.e., s. 79

39) Yesevîzâde, a.g.e., s. 84

40) Yesevîzâde, a.g.e., s. 97-99

41) Le Monde’un "The Washington Post"taki 14.04.1976 tarihli ropörtajdan yaptığı iktibası aktaran: Yesevizâde, a.g.e., s. 161

42) 37. Mehaza bakınız.

43) Prof. Michael Parenti, İmparatorluğa Karşı, Kaynak Yay., 1996, s. 155

44) Yesevizâde, a.g.e., s. 140

45) Alman "Weizner Frei Press" Gazetesi, 24.12.1912’den aktaran: Yesevizâde, a.g.e., s. 180 (Bu zât Almanya Dışişleri Bakanı olmuştur. Sonra ise meşhur AEG şirketinin ortağı)

46) Salih Mirzabeyoğlu, a.g.e., s. 100

(Bu yazı ve yukarıdaki "Hususi Savaş" yazısı,

Sinami Orhan'ın sitesinden aktarılmıştır.)



No comments: