Monday, June 26, 2006

TÜRKİYE TÜRKLERE BIRAKILAMAZ!

BU NE YAMAN ÇELİŞKİ BÖYLE?!

Bu yazıyı yazmaya oturduğumda, televizyonu kapatmak için son bir defa kanalları geçerken STV’de durdum. ‘Ayna’ proğramı dünyanın her tarafına yayılmış olan Türk okullarını tanıtım serisinin Nijerya ayağındaydı. Bir siyâhî çocuk, yanık sesiyle Azerî ‘Ayrılık’ şarkısını söylüyordu. Binbir duygu karmaşası içinde duygulanmamak mümkün mü: ‘Her bir dertten âlâ yaman ayrılık!’?

Binbir duygu karmaşası binbir çelişkiye dönüşüyor, sürgünde gözleri açık giden Ahmet Kaya’yı kader ortaklığıyla beraber anıyorum: ‘Bu ne yaman çelişki anne’!

Bu okulların mimarı olan adam yurda gelemiyorken, TC, elçilik ve bakanlık düzeyinde temsilcileriyle bu okulların mezuniyet törenine katılıyor. Sahiden bu ne yaman çelişki böyle?!

Yoksa çelişki melişki yok mu?

Ülkücüleri meselâ ‘Bayrak için ölenler yıkıcı olamaz!’ diye feveran ettiren bir ‘Kırmızı Kitap’ varmış ve bakın ne yazarmış:

«Ülkücü unsurların Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerinin ülkemizin dış politika prensipleri çercevesinde disiplin altına alınması, bu ülkelerle ileriye dönük çalışmalarımızda yarar sağlayacağı göz önünde bulundurulmalıdır.»
«Ülkücü kesimin iktidar arayışı için başvurabileceği değişik yöntem ve provokasyonlar olabileceği gözönünde bulundurulmalıdır.»

Kamuoyunda Kırmızı Kitap olarak bilinen (MGSB) Milli Güvenlik Siyaset Belgesini oluşturan iki temel metinden birisi olan (10 Numaralı) İç Güvenlik Özel Siyaset Belgesi'nde aynen böyle yazıyor Ülkücü Hareket için.

Fethullah Gülen, cemaati ve bütün dünyaya yayılmış okulları için ne yazıyor acaba Kırmızı Kitap’ta? Bilmiyorum. Ama şu satırlar aynen mevcut:

«Bölücü ve irticai faaliyetler, eşit ve birinci derecede önceliklidir.
Siyasal İslam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir.
Türkiye'nin Batı'ya dönük yüzünde hiçbir değişikliğe gidilmemelidir.»

KİMİ TAŞLAMALI?

Söz Nijerya’dan açılmışken, bir yaman çelişki daha yaşıyoruz bugünlerde...

Gayrımeşru çocuk doğuran bir kadına recm cezâsı vermiş müslüman Nijerya mahkemeleri. Tabiî, insan hakları ve özgürlükleri gibi yüksek değerlerin tavana vurduğu, dünyanın kuytu bir yerinde bir kişi bir haksızlığa uğrasa dünya çapında bir kampanya ile ayağa kalkıldığı, Afganlı, Filistinli, Çeçenyalı bebelerin tepesine bombaların yağmadığı bir çağda yaşıyoruz diyerek belki gereksiz bir kara mizah yapmamın sebebi, bu uluslar arası recm karşıtı -İslâm karşıtı- kampanyanın mail yoluyla bana kadar ulaşmış olmasından. Yoksa bu çağın esmer çocukları çoktan ‘öğrendiler onlar için olmadığını insan hakları evrensel beyannâmesinin / ve tanıdılar parçalanmış göğüslerinde annelerinin / çağdaş uygarlığın sırtlan yüzünü’! Asıl ilgi çekici olan, aynı müslüman Nijerya, bugünlerde uluslar arası bir güzellik yarışması tertip ediyormuş ve her ülkeden Nijerya’ya gelecek olan güzeller, bu recm kararını protesto etmek için yarışmaya katılmama kararı almışlar.

Fıkıh’ta, İslâm mahkemelerinin, kişilerin gizlice işlediği günahlarını araştırıp cezalandırmak gibi bir görevi olmadığına göre, cazâdan maksat, günahın toplumsallaşmasını önlemeye, içtimâî düzeni muhâfazaya mâtuftur. Ve İslâm devletinin birinci vazîfesi müslümanları cezâlandırmak değil, müslümanların hak ve hukukunu gözetmektir. Ve asıl recm edilmesi gereken, dünyaya egemen fahişe sistemin kurbanı o kızcağız değil, güzellik yarışmaları düzenleyerek fahişe dünya düzenine entegre olan müslüman(!) Nijerya hükümeti olmalıdır.

BİLGİ(!) ÇAĞI

Dünya üzerinde sayısını bilemediğim kadar terör örgütü var. Bunların hemen hepsinin ve Türkiye’den başta PKK ve DHKP-C olmak üzere şiddete başvurmuş bütün örgütlerin internette sayfaları var. Bir de, dünya görüşünün Büyük Doğu-İbda olduğunu deklâre ederek, bu çerçevede fikirden siyasete geniş bir yelpazede yüzlerce düzeyli makaleye yer veren, ama sayfalarında, şiddete yönelmiş olan İbda-C’lerin propagandasına yer vermeyen bir www.akademya.org var. Bildiğimiz bütün örgütlerin internet siteleri Türkiye’den veya Amerika’dan bir saldırıya uğramıyor, uluslar arası şikâyet konusu olmuyor, kapatılmıyor.

Son günlerde mail kutuma mektup yağıyor. Ağza alınmayacak derecede galiz küfürler savuranlar da var hayır dua edenler de... Hepsine bilmukabele... Bu iki uç arasındaki diğer mektuplarda ise enformasyondan dezenformasyona ne ararsanız mevcut. Bir de mütemâdiyen mail kutumu dolduran reklam amaçlı grup mailler var ki illâllah!

Bu iki durumdan hareketle bazı yalın sonuçlar çıkartıyorum:

1- İnternet, günümüzün çok etkili bir propaganda silahı.

2- Enformasyonu zayıf olanların dezenformasyon çabaları çok çirkin sırıtıyor.

3- Alfabesini bilenler için dezenformasyonlar da bilgiye dönüşüyor.

4- Çağımızın en büyülü kelimesi ‘bilgi’, bir dünya görüşünden yoksun olanların elinden kayıyor, hatta ayaklarına dolanıyor; her türden bilgi, dönüp dolaşıp ne yaptığını bilenlere yarıyor.

5- www.akademya.org çok geniş bir yelpazeden her klikçe okunuyor ve Türkiye üzerine oyun oynayanlar tarafından ciddi bir mani olarak görülüyor.

ÖZ HAKİKİ ERGENEKON

Türkiye’de, ‘Öz Hakiki Koç’ gibi firma isimlerinden, şehirler arası otobüs firmaları arasındaki rekabetin derecesini anlamak nasıl mümkünse, Ordu ve Siyâset kurumları içindeki klikleşmelerin harâretini de, Ergenekon destanına atıfta bulunarak gidilen örgütlenmelerden anlayabiliyoruz. Son günlerde fazlaca mail almamda, "Ergenekon’dan Çıkış" temasını işlediğim son yazılarım ne derece âmil oldu bilemiyorum, ama aldığım mailler arasında Ergenekon temasını ısrarla vurgulayan bir hayli enformasyon ve dezenformasyon da var.

Mevcut hâli yeni bir Ergenekon olarak gören ve kuşatmayı yarabilmek ihtiyacıyla örgütlenme çabası içindeki bu akımları kabaca dört gruba ayırmak mümkün:

1- Batılılaşmacı-Kemalist-Dinsiz (Şamanist) Ergenekoncular.

2- Batılılaşmacı-Kemalist-Dinsiz (Sosyalist) Ergenekoncular.

3- Batılılaşmacı-Kemalist-Önce Türk sonra müslüman (Ülkücü) Ergenekoncular.

4- Büyük Doğucu-Anadolucu-Müslüman Ergenekoncular.

Nihâî hesaplaşma vaktinde dahî 1.’lerle 2.’lerin bir araya gelemeyeceklerini, 3.’lerin ise önünde sonunda 4.’lere iltihak edeceğini bugünden söylemek bir kehânet sayılmamalı. İlk iki grubun halk desteği de yok denecek kadar az.

İlk üç grup kendi içlerinde de hâlihazırda bir bütünlük arzetmiyor. Atilla İlhan, Yalçın Küçük, Toktamış Ateş, Erol Manisalı, Hasan Köni, Doğu Perinçek, Aytunç Altındal, Mahir Kaynak gibi medyatik simâların sözcülük yaptığı ilk üç grup büyük ölçüde yabancı istihbârat teşkilatlarının denetimi altında. Özellikle 1. Ve 2. Grup İslâm düşmanlığı temelinde Judaist-Sabetaist işgâl güçleriyle müşterekler. Türkiye-İsrail dostluğunun ve 28 Şubat’ın mimarı, 28 Şubat’ın tetikçisi Çevik Bir’e de üstün başarı ödülü vermesiyle gündeme gelmiş olan, Yahudilerin dünya üzerindeki güvenlik sorunlarıyla ilgili Jewish Institute for National Security Affairs (JINSA) her iki grubu da enforme ediyor. Batı karşıtı söylemleri münâsebetiyle zaman zaman müslüman gazetelerin teveccühüne mazhar olan Atilla İlhan meselâ şöyle diyor ‘Avrasya’da Dolaşan Hayâlet’ kitabında:

"Lenin, Troçki ve Stalin daha uzak görüşlü olsalar ve Galiyev’i bir düşman gibi görmeyip onunla işbirliği yapsalardı, sosyalizmin Orta Asya ve Avrasya’da kökleri daha sağlam olacaktı. Dağılma yine olacaksa da, bu dağılmadan Türk-Müslüman kavimler hem birlik halinde, hem de daha güçlü çıkacaklardı. Çünkü nereden bakılırsa bakılsın Vahidov’la Sultan Galiyev’in önerdikleri projeksiyon, netice itibariyle Gaspıralı İsmail Bey’in (Gasprinski’nin) bütün Türkler için önerdiği esaslardan farklı değil. Ne diyor Gasprinski? “Bütün Türkler dilde, işte ve kültürde birlik olmalı”.Dikkat ederseniz “din” demiyor? Bu özellikle Türkçüler açısından son derece önemli bir şey, çünkü bizdekiler işe dini karıştırdılar. TÜRKLERİN BİRLİĞİNE DİNİ KARIŞTIRAMAZSINIZ ÇÜNKÜ YAHUDİ TÜRKLER VARDIR, HIRİSTİYAN TÜRKLER VARDIR."

Atilla İlhan’ın ‘bizdekiler işe dini karıştırdılar’ ithamına muhatap olan Ergenekoncuların, 2. Gruptaki sosyalist Ergenekoncular hakkında yazdıkları rapordan bir paragraf ise şöyle diyor:

"Süper Güç, ülkemizde köklü temellere dayanan ve sağlıklı biçimde gelişen milliyetçi, aynı zamanda tarih ve maneviyat bilinciyle donanmış genç ve dinamik kadroların kendi egemenliklerini ikinci plana itebileceğinden endişe etmektedir. Bunun için, en rahat ajite edilebilecek gruplar üzerinden ekstremist savları gündeme taşımaktadır. Bu sesi gür fakat içi kof oluşumun bayraktarlığını yaptığı(!) hareket tam hedefe vardığını sandığı anda pimi çekilerek, patlatılacaktır. Böylece,artık bundan sonra benzeri şekilde yola koyulacakların önüne kolay kolay yıkılmayacak bir şüphe duvarı örülmüş olacaktır. Söylemine pek itiraz edemeyeceğimiz, ancak söyleyenlere de güvenemediğimiz bu grup, kendileri
farkında olmasa da, aslında savaştıklarını sandıkları düşmanın maşasıdır."

Kendilerini ‘Gerçek Ergenekon’cular olarak tanıtan ekip ise, bugünlerde Ergenekon bayraktarlığını kimselere bırakmayan meşhur karanlık yapılanma için dikkate değer tesbitlerde bulunuyor:

«"Derin devlet"in operasyon birimleri ilk toplantısını Haziran ayı içerisinde Akdeniz sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı. Yeni oluşumun başında, eski(!) bir MİT daire başkanı bulunuyor. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT'ci lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir organizasyonun kurulmasının "rica" edildiği ileri sürüldü. MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay'ın da bu oluşumda görevlendirildiği ancak, grubun eski elemanlarının Alpay'a güvenmediği hatta, Alpay'ın da katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle katıldıkları bildirildi.
Biz ERGENEKONCULAR'ın ulusal olmasını beklerken, 11 Eylül'deki Amerikan kabusu sonrasında bu ekibin patronları tarafından büyük ölçüde yine ABD'nin hizmetine tahsis edildiği haberi geldi. Uzun süredir harçlık bile alamayan ekibin yeniden düzenli aylığa bağlandığı ileri sürüldü. Sabotajcıların Türkiye'deki uzantılarını takip edecekler ve gerektiğinde, Ankara, bölgede bir savaşın içerisine girmek istemezse ülkemizin de Charly ve Delta alarmına geçmesi için aracılık yapacaklar!!!

Toplantıya katılanlardan aldığımız bilgiler ve organizasyonda görev aldıklarını duyduğumuz kimselerin genel karakterlerinden hareketle, Ergenekoncuların henüz, Ergenekon ismi üzerinde dahi karara varamadıklarını söyleyebiliriz.
Kimileri eski alışkanlıkları, kimileri de korkuları sebebiyle ABD'den bağımsız bir yapılanmanın mümkün olmadığını düşünüyor.
Kimileri ise "Avrasyacı" idealle tamamen milliyetçi/ulusalcı bir reorganizasyonu savunuyor.
Alt grubun da kararsızlığı gözlemlediği, bu yüzden kendilerini önceden olduğu gibi kayıtsız şartsız teslim olmaya yanaşmadığı anlaşılıyor.
Ancak iç ihtilaflardan habersiz gençlerin istekli olduğu, fakat mali sıkıntılardan rahatsız oldukları belirtiliyor.
Bizim kanaatimiz, ABD'nin bu yapılanmayı bir süre izleyeceği, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edeceği yönündedir.
NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri (Perinçek'in Süper NATO ismini verdiği) ülkemizde önce Seferberlik Tedkik Kurulu adıyla örgütlendi. Sonra doğrudan Genelkurmay Başkanlığı'na bağlı Özel Harp Dairesi çatısı altında ve bunun sivil uzantısı olarak faaliyet yürüttü. Kendisine mahsus silah depoları yer altında tesis edildi. Fakat, normal hiyararşik yapı tarafından denetlenemediği ve müdahale edilemediği için silah depolarının adresleri bile unutuldu. Bazı kazı ve inşaat faaliyetleri arasında ortaya çıkınca, basında terör örgütlerine aitmiş gibi sunuldu.
ABD ile Genelkurmay'ın ilişkileri, 1974 Ambargosu, Avrupa'da Gladyo operasyonları, silah ve sistem ihaleleri, Kuzey Irak, Balkanlar ve Kafkasya konularında bozulunca askeri makamlar bu yapılanmayı gözden geçirme ihtiyacı duydular.
Ancak hemen hemen illegal bir yapılanmaya bürünen sivil uzantılar büyük ölçüde Amerikalılar'ın kontrolüne girmiş, elemanları angaje olmuştu.
Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun Anti Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları dezenformasyon şeklinde sunma kararında olduklarını analiz ediyoruz. Aydınlık dergisinin bu maksatla, aşağıda metnini okuyacağınız haberi ve "Ergenekon kuruldu" şeklindeki haber ve yorumları CIA dezenfarmasyonu şeklinde sunmaktadır.
Aslında Aydınlık Grubu'nun bir taraftan Süper NATO'yu deşifre etmeye çalışırken(!) diğer taraftan Ergenekon'u savunması da bu çerçevede anlam kazanmaktadır.
Bizim istihbaratçılarımızın en büyük hatası ise, "alışmış kudurmuştan beterdir" atasözünü unutması.
Ülkemizde şimdiye kadar iki CIA ajanı yakanlanmış ve bu ikisi de Aydınlık'la direkt irtibatlıdır. Kimbilir, Mehmet Eymür'ün Analiz kitabında anlattıkları doğruysa her ikisi de ne yazıkki MİT personeli ve kurmay albay olan ajanlar aslında İngiliz istihbaratına da çalıştıkları (dublaj yaptıkları) için deşifre edilmişti. Bir taşla çok fazla kuş vurulmuş, hem MİT, CIA ajanlarından temizleniyor görüntüsü verilmiş hem de MI6'nın sızmaları uzaklaştırılmıştı...
Sadede gelirsek,
Bağımsız bir istihbarat teşkilatına sahip olmak bu siteyi hazırlayanları onurlandırır. Bizim niyetimiz, böyle bir teşkilatın, TRUVA ATI'na dönüşmesini engellemektir.
Enteljansiyamız, hissi hareketlerle ve kafalarındaki yüzyıllık şartlanmışlıkla sağlıklı düşünememektedir. Özellikle Ergenekon'un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar eliyle yürütülmektedir. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan gayri kimseye de güven duymamaktadır.
Bu halleriyle, korkarız ki; CIA ve MOSSAD'ın elinde oyuncağa dönüşerek hem ülkeyi hem bağımsızlık ülküsünü madara edecekler...»

Doğu Perinçek hakkında artık işportaya düşmüş bilgiler de revaçta hâlâ:

«En popüler CIA muhalifimiz ne gariptirki aynı zamanda CIA ajanları ile en içli dışlı siyasetçi-istihbaratçımız olan DOĞU PERİNÇEK. Perinçek ekibinin CIA ajanı olarak suçladığı, Cengiz Çandar ve Hadi Uluengin gibi eski Aydınlıkçılardan bahsetmiyoruz. Yeni günah keçileri Soner Yalçın'dan da...
İstihbarat tarihimizde, bizim MİT, bugüne kadar iki CIA ajanı yakalayabildi. Tasadüfe bakın ki, ikisi de Aydınlık'tan çıktı. Maalesef iki CIA'cı da kurmay albay ve MİT personeli: Turan Çağlar ve Sabahattin Savaşman. İkisi de Aydınlıkcıların haber kaynağıydı. Hatta Çağlar, doğrudan maaşlı Aydınlık elemanıydı. Peşlerine düşen Türk istihbaratçıların aleyhindeki haberleri Aydınlık'ta yayınlıyorlar ve adreslerini deşifre ediyorlardı.
CIA ajanı olarak afişe ettikleri Kemal Ilıcak'ın Tercüman tesislerinde Aydınlık'ı bastırmaları gibi ayrıntıları bir tarafa bırakın, Ilıcak'ın bunu ABD büyükelçisinin ricasıyla yaptığı iddialarına ne diyelim?
Ya da, Aydınlık'a sabotaj yapmak isteyen Susurlukçu mafya gruplarını bizzat Mehmet Ağar'ın engellediğini biliyor muydunuz?
Aydınlıkçılar'ın savunmalarını kitaplaştırdığı Sabahattin Savaşman'ın aynı zamanda İngiliz MI6'ya da çalıştığını duymuş muydunuz?»

Savaşman’ın Sabetaist olduğunu da hatırlatmak lâzım.

Başta Kırmızı Kitap’tan bahsetmiştik; aynı kitabın aynı bölümünden Ülkücüler hakkında üç cümle daha:

«Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü mafya bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.»

Kırmızı Kitab’ın yazarının kendisi ırkçı bir yapılanma iken ve bu hususta sicili hayli kabarıkken nasıl oluyor da Türk milliyetçiliğinin ırkçılığa dönüşmesinden kaygılanabiliyor? Cevabı çok açık; elbette Sabetaistler adına endişe duyuyor. "Bundan yararlanmak isteyen Ülkücü mafya" dediği, çek-senet mafyası değil, kontrol dışına çıkarak Dönmelere yönelmelerinden endişe duyulan milliyetçiler.

Görüldüğü gibi rivâyetler muhtelif de olsa şurası apaçık ki, Judaist-Sabetaist-Kemalist yapılanmanın durumu Ecevit’in hastalığından da ileri düzeyde. Şimdilik karargâha hâkim görünüyorlar, ama beyin bedene hükmedemez durumda. Büyük Doğucu-Anadolucu-Müslüman Ergenekoncular hakkında şuyû bulan tek bilgi ise ekip başlarının Türk-Çerkez ağırlıklı olduğu, operasyonel tecrübeleri en gelişkin klik olduğu ve orduda, istibârat teşkilâtında, emniyet içerisinde kadrolaştıkları, ticaret-siyaset-mafya âleminde de kollarının bulunduğu... Pandora’nın kutusu yakında açılacak; göreceğiz!

ERGENEKON’DAN ÇIKIŞ

«Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi. Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurdu ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını bastı. Büyük bir katliam yaptılar.. İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçtılar ve onların bulamayacağı bir yere, "Ergenekon"a (Sarp Dağ Beli) geldiler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ova idi. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldı. Birbirlerine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı, fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.»

Esâtir, özetle bu!

Yunanca «έξοδος-eksodos» kelimesi Türkiye’nin ölüm kalım meselesi olan “Ergenekon’dan Çıkış"ı tek başına ifade edebilecek güçte bir kelime. (1. Çıkış, çıkma 2. Toplu göç 3. Kuşatmayı yarma) anlamlarını ihtivâ ediyor; ve «εξ»’le başlayan kelimelerin hemen hepsi bir halden bir hale geçişi, bir aktiviteyi, aksiyonu, yeni bir durumu ifâde ediyor. Ana haber bültenlerinin bile magazinleştiği Türkiye’de, televizyon kanallarından ‘eks sevgili’ lâfını çok duyuyoruz da, Türkiye, Judaizmin ara ideoloji olarak dayattığı Kemalizm ve bütün Batılılaşmacı politikalar için «εξ» diyebildiği gün kurtuluşunu ifade etmiş olacak; «εξευρωπαϊσμός-eksevropaismos-Avrupalılaşmak» Türkiye için nelere mâloldu görüldü ve artık çember büsbütün daraldı; «εξισλαμισμός-eksislamismos-İslâmlaşmak» Ergenekon’dan tek çıkış yolu...

AK PARTİ KİMİN TRUVA ATI?

Türkiye’yi Ergenekon’a tıkmak için Judaizm tarafından bir ara ideoloji olarak üretilip dayatılan Kemalizm’in miâdının artık dolduğunu, şimdi Kemâlizmi de tasfiye ederek Türk’ü Ergenekon’da boğma safhasına gelindiğini söylüyoruz. İşte bu noktada Kemalizmi, sanki kurtuluşçu bir ideoloji imiş gibi görme serabı yaşayanlar varsa hâlâ, tekrar edelim: Kemalizm Ergenekon’a tıkılma ideolojisi idi, Ergenekon’dan çıkış rehberi olamaz!

Evet şimdi Kemalizmin de miâdı doldu, tasfiye edilecek.

Kemalist kadroların, AKP’yi, Batı’nın Kemalizmi tasfiye operasyonunun bir parçası olarak görmeleri büsbütün boş değil.

Harvard Üniversitesi John M. Olin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü'nde öğretim üyesi, Yakındoğu tarihi ve siyaseti üzerine çalışmalar yapan Michael Reynolds şunları yazıyor AKP için:

«Pekçok gözlemci Türkiye'nin İslam dünyasının geri kalanını öykündürecek derecede başarılı bir Müslüman demokrasi örneği olduğunu düşünüyor. Ancak 'Türk modeli' destekçileri can alıcı bir olguyu gözden kaçırıyor; Türkiye dışındaki Müslümanlar burada dini ifadelerin sıkıca kontrol altında tutulmasını hem İslam'a aykırı hem de antidemokratik olarak görüyor.

İslam'ın liberal demokrasiyle uyum sağlayıp sağlamayacağı günümüz dünyasının karşı karşıya olduğu en acil ve önemli sorunlardan biri. Eğer liberal demokrasi Müslüman dünya için bir seçenek değilse, Batı'yı, milyarlarca küskün insanla bitmek bilmeyen ve sürekli artan çatışmaları, Harvardlı profesör Samuel P. Huntington'ın gündeme getirdiği medeniyetler çatışmasını içeren bir gelecek bekliyor.

Ama eğer liberal demokrasinin İslam'la uyumlu olduğu gösterilebilirse, böylesi bir çatışma önlenebilir. Dünya olumlu bir sonuç almak için demokraside geniş deneyimleri bulunan ve tarihsel açıdan Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerindekinden daha zengin ve hoşgörülü bir İslam mirasına sahip Türkiye'den daha uygun bir laboratuvar bulamayacak. Halifeliğin merkezi ve Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbi olarak İslam tarihinde oynadığı merkezi rol de hesaba katıldığında, Türkiye'nin liberal İslam'ı canlı bir demokrasi içine yerleştirmedeki başarısı geniş Müslüman dünyanın dikkatinden kaçmayacak. Türkiye'deki bazı kesimler AK Parti'nin Batı Avrupa'daki merkezci Hıristiyan Demokratlar'ın Müslüman karşılığı olma iddiasına şüpheyle yaklaşıyor. Hatta bazıları bu yeni partiyi yasaklamaya çalışıyor. Eğer uzlaşmaz seçkinler bunu başarırsa dünya Müslümanlar'ın gerçekten demokratik bir siyasi arenaya sahip olup olamayacağını belki de hiç öğrenemeyecek. Bu yüzden AK Parti'ye bir şans vermek gayet mantıklı.» (Radikal, 4 Eylül 2002, 1 Eylül 2002 tarihli Los Angeles Times'ten alıntı)

AB-ABD-İsrail politikalarının sözcülüğünü yapan M. Ali Birad, Ertuğrul Özkök, Serdar Turgut gibi Türk(!) gazeteciler de Michael Reynolds’un söylediklerini yazıyorlar aşağı yukarı her gün. Ertuğrul Özkök kafadan giriyor meselâ:

«GELİN küçük bir test yapalım. Soru şu: ‘‘AKP'den çıkan bir cumhurbaşkanı fikrine alışabilir misiniz?’’

Sakın bunu bir fantezi sanmayın. Çünkü şu andan itibaren hepimizin, özellikle de iddialı partilerin titizlikle düşünmesi gereken bir şey var. Onbirinci cumhurbaşkanını, muhtemelen bu Meclis seçecek. Kamuoyu anketlerine bakılırsa, Meclis'teki en büyük parti AKP olacak. Hatta tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde etme imkánından bile söz ediliyor. O takdirde, cumhurbaşkanını seçme imkánına en fazla sahip parti de o olabilir.»

Serdar Turgut, Pentagon’dan aldığı talimatları fırlama bir üslupla servise koyuyor:

« Bence eğer Türkiye nihai analizde (ki bu da entelektüel bir kavramdı) atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarı ile yüzleşecekse, bu olasılığın var oluşu nedeniyle cumhuriyet tarihinin ilk günlerinden bu yana yaşanmakta olan toplumsal stresini üzerinden atacaksa, bunun en uygun zamanı şimdiydi.
AKP toplumdaki gerçeklikleri görmüş, geçmişte yaşananlardan ders almış, zaten var olan stresleri daha fazla artırmak için değil bunları ortadan kaldırmak için çalışacağını açıklamıştı.
Öte yandan dipten süren ekonomik kriz olasılığı da bu partinin iktidara geldiğinde radikal olabilmesi imkánlarını kısıtlıyordu; çünkü alınması gereken tedbirler belliydi ve dış destek olunmadan başarılı olunması imkánı yoktu.
Dış desteğin gelme şartı da iktidar partisinin ılımlı olmasına bağlıydı.
Türkiye'nin, cumhuriyet tarihinin en önemli kamburunu oluşturan nihai atıf noktası İslam olan bir partinin iktidarını yaşayarak bu korkunç stresten kurtulabilmesinin en uygun zamanı buydu.
Ayrıca uluslararası konjonktür de bu partinin iktidarına uygundu; çünkü dünyanın her tarafında örnek gösterebileceği modern bir İslami parti iktidarı aramakta olan Batı áleminin gözü Türkiye'de olacaktı, AKP iktidara gelirse.
Ve demokrasiye, insan haklarına, modernizme eklemlenmiş (havam böyleyken en çok sevdiğim kavram da budur) bir AKP iktidarı, Batı'nın da büyük desteğini alabilirdi.
CHP iktidarı ise toplumda var olan sosyal stresleri yine çözümsüz bırakacaktı; çünkü bu partinin tarihinden gelen içgüdüsü sonucunda bu sorunları dondurma amacı yine ön plana çıkacaktı.
Ve CHP iktidarı, sonuçta Türkiye'nin bir gün mutlaka karşı karşıya kalacağı nihai atıf noktası İslam olan partinin iktidarı olasılığını sadece ertelemeye yarayacaktı.
Bu ertelemenin ise daha iyi olacağı söylenemezdi; çünkü ertelemenin sonucundaki tarihte koşulların ne olacağı, o zamanki şartların bugünkü gibi olası bir AKP iktidarını kontrol altında tutmaya uygun olup olmayacağı belirsizdi.»

Bizimkilerin, bütün İslâm dünyasına örnek Türk modeli diye tanımladıkları, yıllardır Batı pazarında ‘aman bize desteğinizi kesmeyin, yoksa İslamcılar gelir’ dedikleri yani İslâm satarak ayakta tutmaya çalıştıkları ve 11 Eylül rüzgârına tutunarak yeniden yelkenlerini şişirmeye kalktıkları Kemalizm balonunun havası kontrollü bir şekilde alınıyor şimdi. Çünkü Kemalizm bir model filân değildi aslında, dipçik zoruyla halka dayatılmıştı ve ancak ordu gücüyle ayakta durabiliyordu. Böyle bir yapılanma, Judaizmin İslam dünyasına yönelik hazırlandığı kıyâmet savaşı öncesinde hiç de tekin bir dayanak değildi. Türkiye’de orduya rağmen tek ve tartışılmaz bir güç vardı: İslâm! Şu halde müslümanların içine bir Truva atıyla bizzat girmeli ve Kemalizm’in tersinden direniş üreten baskıcılığı yerine, etkili bir uyuşturucu verilmeliydi müslüman halka. Bu Truva atının adı AKP. Bu tanımı AKP’ye bir suçlama olarak söylemiyorum. AKP’ye eleştirilerimi mahfuz tutarak, dış güçlerin AKP üzerinden ne yapmaya çalıştıklarını dile getiriyorum sadece. Kemalist kemik yapılanma da bu realiteyi görüyor, cepheden karşı duramayacağını ise biliyor, o da hızla adam yerleştirmeye çalışıyor AKP’ye; Tayyip ve -hanımları başörtülü- kurmay kadrosunun ayaklarını kaydırmayı hesaplıyor.

Ve...

Ve bir de halk biniyor bu Truva atına; halkın 28 Şubat’a, soygun-yağma ve talan Rejimi Kemalizme olan gemlenemez öfkesi biniyor; halkın gizli öncüleri biniyor...

Truva atıysa AKP, biz de varız!

TÜRKİYE’DE TÜRK VAR MI?

Alevî-Bektâşî dedeleri seçimler yaklaşırken yeniden arzıendam etmeye başladılar. Yaptıkları bir basın toplantısında buyurmuşlar ki: ‘Türkiye de 25 milyon Alevî var.’

PKK da aynen buyuruyordu ki: ‘Türkiye’de 25 milyon Kürt var.’

Geriye kalan Laz, Abaza, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Pomak, Arap, Çingene, Dönme vs. de 10 milyon küsur ediyorsa; Türkiye’nin toplam nüfusu 60 küsur milyon olduğuna göre, basit bir matematik hesabıyla Türkiye’de Türk olmadığına ikna olabilirsiniz.

Türkiye bir mozaiktir diyenlere karşı ‘Ne mozayiği lan!’ diye kükremişti Avşar boyundan Türkeş. Oysa şu basit matematik hesabını Türkiye’nin önüne koyup şöyle kükrüyor şimdi birileri: ‘Ne Türk’ü lan!!!’

Konumuza açıklık getirmek için Yunanistan’dan bir örnek verelim: Batı Trakya’da yaşayan azınlık (Türk-Çingene-Pomak), küçük bir kısmı dışında kendilerini Türk olarak tanımlıyorlar. Hatta Osmanlı bakiyesi bir grup zenci var ve onlar da renklerine bakmadan, soran olursa, Türk olduklarını söylüyorlar. Yunanistan bundan rahatsızlık duyuyor, Lozan Anlaşması’nda azınlığın ‘müslüman’ olarak tanımlandığı argümanını vs. kullanıyor. Konumuz Türk, Yunan politikaları ve azınlık meselesi değil. Yunan Ortodoks Kilisesi’nin karizmatik lideri Hristodulos, bu konuda tarihî bir hatırlatmada bulunmuştu geçen yıl: ‘Geçmişte biz, müslüman olanların hepsine Türk diyorduk.’ Demişti.

Hristodulos’un bu tarihî tesbiti çok önemli; geçmişte Bulgar, Pomak, Çek, Macar, Ulah vs. müslüman olanların hepsine Türk deniyordu; Türk demek müslüman, müslüman demek Türk demekti.

Sen, Müslüman anlamındaki Türk kimliğini kendi ellerinle parçalama gafletinde bulunduktan sonra sıra etnik anlamda Türk’ü inkâr etmeye de gelir ve elin oğlu operasyonun bu kısmını çok daha kolay becerir.

Çünkü Türk demek, Batı dillerinde, hâlâ daha müslüman demektir ve Türk, İslâm’ın en büyük düşmanı bile kesilse hep öyle anlaşılacaktır.

Sözün özü: Türkiye, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir ülkedir; bilmem anlatabiliyor muyum?!


Mustafa Saka

7 Eylül 2002 / Nisi


Fehmi Koru'nun Bilderberg İzlenimleri - 6

Bilderberg neden yazılmaz?
Fehmi Koru

Toplantıya dâvet edilmem ülke içerisinde hayli gürültü kopardı. Bilderberg yolculuğum, Türkiye'den bir internet sitesinin örgütü çok yakından izleyen bir gruba yönelttiği, "Acaba neden çağrılmış olabilir?" sorusu sebebiyle uluslararası kamuoyunun da dikkatine sunulmuş oldu.

Bu yıl Bilderberg toplantısına benden başka beş kişi daha katıldı Türkiye'den: Koç Holding'in patronu Mustafa Koç, Boyner Holding'ten Ümit Boyner, Ak Parti İstanbul Milletvekili Egemen Bağış, ARI Grubu lideri Kemal Köprülü ve Bilgi Üniversitesi'nden Sabah yazarı Soli Özel...

Toplantı bitmiş, Washington'a gidecek Soli Özel bizden önce yollara düşmüş, havaalanına gitmek üzere aracımızı beklerken, Mustafa Koç, Ahmet Hakan'ın o gün Hürriyet'te çıkan yazısını Blackberry cihazından teker teker hepimize okuttu. Ahmet Hakan, "Bilderberg Fehmi Koru'yu dâvet ettiğine, Fehmi Koru da dâveti kabul edip gittiğine göre bir büyük komplo miti sona erdi" diyordu özetle... Keşke hayat bu kadar düz olsa Ahmet... Yazıyı beğenen Ümit Boyner, bana dönüp, "Siz de yazmayı düşünüyor musunuz?" diye sorduğunda şu cevabı verdim: "Elbette yazacağım."

Haklarını yemeyeyim, grup üyelerinden biri bile, "Sakın yazma" demedi.

DÂVET EDİLECEĞİMİ ÖNGÖRMÜŞTÜM

Arkamdan "Katılmam demişti, katıldı" türü nice yâveler okudunuz. Okuduklarınızın çoğu gibi bu iddia da fostu. Bakın, bir yıl önce (13 Mayıs 2005), Bilderberg konusunda kendimle ilgili nasıl bir öngörüde bulunmuşum:

"Ara sıra, 'Acaba beni ne zaman dâvet ederler?' beklentimin depreşmesinin sebebi bu işte. Öyle ya, üç yıldır üzerindeki 'esrar perdesi' Türkiye sayesinde hafifçe aralanıyor Bilderberg'in, aranızda kabul etmeyenler çıksa bile, ben bu gelişmeyi biraz da kendime bağlıyorum... Eğer bu bir hüsnü kuruntu değilse, adamlar belki de, 'Onu da çağıralım da ilgisi iyice pörsüsün' diyebilirler... / Şimdi yazacağımı ise hüsnü kuruntu sayabilirsiniz: Üç yıldır yaşanan gizliliğin adım adım delinmesi olayını, toplantı planlayıcıları arasında bulunan bu sütunun tiryakisi bir Bilderbergçi'ye borçlu olabiliriz; adam (veya kadın) oraya beni de dâvet edebilmek için, bu üç yılı bilerek yaşatmış olabilir örgütüne..."

O gün yazarken içimde 'acaba?' sorusunu taşıyor olsam bile, bugün yüzde 100 doğru olduğuna inandığım bir öngörü bu. Hürriyet yazarı Ertuğrul Özkök, sağolsun, her şey olup bittikten sonra yazdığı yazıda, Bilderberg'e dâvet edilmem sürecini şöyle özetlemiş: "Türkiye'den Bilderberg'e gidecekleri, çok tanınmış iki üç iş insanı belirler. / Bu çevre, bu yıl Türkiye'den gidecekler arasına Yeni Şafak Gazetesi'nin yazarı Fehmi Koru'yu da ekledi. / Bana göre güzel bir karardı."

ULUSLARARASI SORUN DA OLDUM

Toplantıya dâvet edilmem ülke içerisinde hayli gürültü kopardı, bunu az çok biliyorsunuzdur. Bilderberg yolculuğum, Türkiye'den bir internet sitesinin örgütü çok yakından izleyen bir gruba yönelttiği, "Acaba neden çağrılmış olabilir?" sorusu sebebiyle uluslararası kamuoyunun da dikkatine sunulmuş oldu.

Gruptan Tony Gosling'in beyan ettiği tahmini şu: "Bilderberg'i yüksek sesle eleştiren birinin neden dâvet edilmiş olabileceğini soranlar çıkıyor; cevabım ancak eleştirileri en etkili olanların dâvet edildiğidir. Bilderberg'in en korktuğu, dünya basınının merceği altına alınmaktır. Koru, sessiz kalmaya ve kendileriyle 'dost' olmaya ikna etmeleri gereken biri. Bilderberg toplantısının ana amacı, özel bir halkla ilişkiler taktiği kullanarak, Koru gibi serseri mayınları kendilerinin NeoLiberal Küreselleşme, Dünya Hükümeti gündemlerine dahil etmektir."

Güzel bir cevap ama, Tony Gosling'in yaptığı da bir tahminde bulunmaktan ibaret. Bildiğim kadarıyla, sert eleştirileriyle tanınmış birinin toplantıya dâveti Bilderberg tarihinde bir ilk; benden önce böyle bir dâvet daha olmadı ki, "Ancak eleştirileri çok etkili olanları dâvet ederler" denilebilsin...

Ona yöneltilen benimle ilgili "Acaba neden dâvet edildi?" sorusu hâlâ cevabını bekliyor. Aklımdan, hepsi de gönlüme hoş gelen onlarca muhtemel sebep geçiyor, soruya kendim cevap vermeye kalktığımda; özellikle Ottawa'ya gittiğim günden başlayarak medyada sürdürülen tartışmalara baktığımda ise olumsuz tahminler yürütmem gerektiğini anlıyorum. Kısacası, "Neden dâvet edildi?" sorusuna herkesi -ve kendimi- tatmin edecek kestirme bir cevabım yok...

En mâkul açıklamayı dolaylı da olsa Ertuğrul Özkök Hürriyet'te çıkan benimle ilgili yazısında verdi. Bilderberg'in dâvetini 'güzel', benim dâveti kabulümü de 'yürekli' diye nitelendiren Doğan Medya Grubu'nun önemli adamı, "Gelsin, Hürriyet'in ve Doğan Medya Grubu'nun haber ve sayfa toplantılarına da katılsın" teklifinde bulundu aynı yazıda. Bir gazetenin ve yayın grubunun mahrem toplantılarını başka bir gazetenin mensubuna sonuna kadar açması âdetten değildir; bu jest grubunun bana güvenini göstermesi bakımından önemli. Teklif olarak kalacak olsa da güzel bir jest.

"Acaba" diyorum, "Bilderbergçiler de benzer bir değerlendirmeden hareketle ve 'gelsin-görsün-yazsın' düşüncesiyle beni toplantılarına dâvet etmiş olmasınlar?"

GELECEK YIL İSTANBUL'DA

Aslında, Bilderberg'e katılan gazetecilerin kendilerini bağlı saymaları gereken kural o kadar da ters ve geleneklere aykırı değil. Dâvetlilere gönderilen ilk belgeden başlayarak sürekli uyarıldığınız, toplantılar sırasında yansıtmalarla da hatırlatılan tek bir kural var: "İşittiklerini yazma" diyen yok, yalnızca "Yazarsan, hangi görüşün kime ait olduğunu belirtme" deniliyor. Yani insanlar konuşurken kendilerini söylediklerinden dolayı hesaba çekilecekleri baskısından uzak hissetsinler diye konulmuş şu ünlü 'off-the-record' kuralı... Son üç yıldır, katılanların adlarını ve içeride hangi konuların ele alındığını toplantı bittiğinde kendileri açıklıyorlar zaten... Bu bakımdan, günlerdir burada yazdıklarım, toplantıda ele alınan konulara dair aktardıklarım, Bilderbergçilerin kurallarına aykırı değil...

Öyleyse, o kadar önemli gazetecinin katıldığı toplantı neden dünya medyasında hemen hiç yer almıyor? Toplantıya her yıl dâvet edilen gazetecilerin sessizliği onlara farklı bir kural uygulandığını düşündürüyor. Belki de sürekli dâvet edilmeyi ancak susarak garantiye alabiliyorlar. Bir defalığına çağrılan gazeteciler ise, muhtemelen, daha sonra yeniden çağrılmayı umarak sessiz kalıyorlar...

Çok insanî bir duygu bu. Ancak televizyon ekranlarında izleyebileceğiniz dünya liderleriyle aynı mekânda bulunmak, birlikte yemek kuyruğuna girmek, aynı masayı ve sohbeti paylaşmak, kendilerine ilk isimleriyle hitap edip soru yöneltmek... Yazılarını ve kitaplarını okuyup durduğunuz araştırmacı, düşünür ve politika kuramcılarıyla görüş alışverişinde bulunmak... Ülkelerinde karar alma mekanizmaları içerisinde yer alan bürokratlar veya uluslararası örgüt yöneticilerinin ağzından öngörüler dinlemek...

Sadece müthiş bir "Sonunda bu işi becerdim" duygusu vermez bu gelişme bir gazeteciye, aynı zamanda gözünü açarak meslekî performansına da olumlu katkılarda bulunur. Sürekli katılan biri olmayı, tatillerini büyük patronlarla, dünya liderleriyle geçirmeyi de hayal ediyordur çağrılan meslektaşlar...

Gelecek yıl Bilderberg toplantısı İstanbul'da yapılacak; Ottawa'dan "İstanbul'daki toplantıda da buluşalım" temennisiyle uğurlandım. Eğer yine çağırırlarsa, Bilderberg'in İstanbul toplantısından izlenimlerimi de yazarım.


BİTTİ

f Fehmi Koru'nun Bilderberg İzlenimleri - 5

Bilderberg'te Irak ve İran'ı tartışmak... Fehmi Koru



Geçen yıl yapılan konuşmalardan Irak konusuna bir yaklaşım örneği sunayım: "Planımız, T. E. Lawrence'a ait 'bir şeyi biz mükemmel yapacağımıza şöyle böyle de olsa Araplar kendileri yapsın' ilkesidir.

Bir örgütün etkin olması için üyelerinin nitelikleri elbette önemlidir de, Bilderberg'in imajını, gelişen olayları etkilemesi parlatıyor. Kulaktan dolma da olsa global kamuoyuna bir biçimde yansıyan Bilderberg tartışma konuları ile dünya gündemi çoğu kez örtüşüyor; 'dışarıdan' bakıldığında, Bilderberg, dünyanın gidişini etkileyen bir örgüt...

Acaba öyle mi? Bu kabulü nasıl test edebiliriz?

Yıllardır yakından izlesem de hep 'dışarıdan' baktığım konuya bu defa 'içeriden' de bakış atabilecek durumdayım. Üç günlük notlarım var elimde. Ancak, o kadar çok konu üzerinde ve öylesine dağınık konuşuldu ki, hepsini buraya aktarsam mâlumat yükü altında kalma tehlikesi var. Bir de, henüz taze konuşulmuş konuların olaylarla sınanması hayli zaman alacaktır; son toplantıda yapılan konuşmalarla sınırlı kalmak bu bakımdan anlamsız...

Acaba bulduğum şu formül sizin için de mantıklı mı? Aktaracağım notları bizi en fazla ilgilendiren bir-iki konuyla sınırlamak ve yalnız bu yıl konuşulanları değil, geçen yılın toplantısında aynı konuda neler söylendiğini de sizlere aktarmak... Toplantılarda Irak ve İran'tan hareketle söylenenlere bir göz atmaya ne dersiniz?

Irak hakkında bu yıl söylenenler

Genel hatlarıyla belirlenebilecek amaçlar şunlar: ABD'ye, müttefikleri ve dostlarına karşı girişilebilecek saldırıları ne pahasına olursa olsun engellemek... Arap Dünyasında daha sağlıklı siyasî ve ekonomik kalkınma imkânlarını geliştirmek... Ahmedinejad'ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayan '2. İran Devrimi'nin taşıdığı tehditleri sınırlamak... İsrail-Filistin ihtilâfının zorladığı sıkıntıların etkisini azaltmak...

Bunları gerçekleştirmek için Irak'ta yapılması gerekenler de şunlar: Irak'ın yeni kurulan hükümetinin başarılı olmasına yardım etmek ve böylece yarısı boş bardağı doldurmaya başlamak... Bir yandan güvenliği pekiştirirken bir yandan da toplumsal uzlaşıyı getirecek kapsamlı bir paketi uygulamaya koymak... Körfez Güvenlik örgütünü sağlamlaştırmak... Yanyana yaşayacak İsrail ve Filistin ayrı devletleri için daha etkin tavır almak...

Bu konular tartışılırken, önümüzdeki süreçte Türkiye'nin daha aktif bir rol oynayabileceği de ifade edildi ve görüş bayağı taraftar buldu.

Ve geçen yıl konuşulanlar

Bilderberg, geçen yıl, 5-8 Mayıs tarihleri arasında, Almanya'nın Rottach-Egern beldesinde toplanmıştı. Orada da gündemin en önemli maddelerinden biri, tahmin edilebileceği üzere, Irak'tı. O toplantının geniş özeti var elimde; hayretimi çeken, aradan geçen bir yıl içerisinde havanın ne kadar değiştiği... Bu yıl, neredeyse "Her şeye sıfırdan başlamalıyız" teklifleri dinledim; oysa geçen yılın katılımcıları daha umutlu konuşmalar yapmışlar.

Geçen yıl yapılan konuşmalardan Irak konusuna bir yaklaşım örneği sunayım: "Planımız, T. E. Lawrence'a ait 'bir şeyi biz mükemmel yapacağımıza şöyle böyle de olsa Araplar kendileri yapsın' ilkesidir. Özgürleştirme işgalle devam etti, şimdi ise Irak'ın ortağıyız; bu safhayı kendine-güven dönemi izleyecek. Dört konu üzerinde yoğunlaşıyoruz: Güvenlik inşası, siyasî yönetim, ekonomiyi yeniden inşa ve teröristleri öteki Iraklılardan ayırmayı mümkün kılacak stratejik iletişim..."

Bu konuşmanın yapıldığı umut dolu oturumda, "Konuya bir tek Irak'ta başarılı olma sınırlamasını aşarak yaklaşmalıyız; NATO'nun yaptığı gibi İran'ı da içine alacak biçimde Ortadoğu'ya bir bütün olarak bakmalıyız" diyen de çıkmış...

Bu tür konuşmaları geçen yıl dinleyenler, aradan geçen 400 gün içerisinde Irak'ta işlerin sarpa sardığını görmenin etkisiyle bu yıl müthiş karamsardılar.

Geçen yıl ve bu yIl İran

Muhtemelen aynı sebeple, dikenli konulara bu yıl daha serinkanlı yaklaşıldığı fark ediliyor. Çünkü, geçen yıl, İran konusu tartışılırken de hayli ileri lâflar edilmiş. "Bizim için tehlike İran değil rejimidir; rejim Batı Dünyasının apaçık düşmanıdır" diyen de, orada durmayıp "Ne zaman değişeceğini bilmiyorum, hatta rejim değişikliğini çabuklaştırmanın zorluğundan da haberdarım, ama yine de rejimin mutlaka değişeceğine inanıyorum" diyen de çıkmış.

Geçen yıl İran'ı 'İslâm uzmanı' diye bilinen, biri Neo-Çılgın gruptan iki kişiye tartıştıran Bilderberg, bu yıl daha farklı kişileri konuşmacı olarak dâvet etmişti. Etrafımdakilerden de tasvip gördüğünü fark ettiğim şu görüşler geçen yıl ifade edilenlere hayli aykırı: "Unutmayalım, İran ne de olsa bir milli-devlet... Rejim bazılarının sandığı gibi gidici değil; askerî dış müdahale rejimi daha da güçlendirir... Nükleer konusu İran halkından tasvip görüyor; yönetim istediği zaman silâh yapabileceği noktaya kadar gelip durmak niyetinde; Japonya da öyle yapmıştı... İran sıradan bir ülke değil; usta stratejistleri ve mâhir diplomatları var... Rusya ve Çin, İran konusunda, Batı ülkeleri gibi ideolojik takıntıya sahip değiller..."

Bu serinkanlı değerlendirmeyi Bilderberg toplantısında dinlemek gerçekten göz açıcıydı. 'Hüsnü kuruntu' deseniz de yazacağım: Özellikle bu oturumda, "Acaba geçen yılın toplantısında atıp tutanların söylemleri boşa çıkınca uğranılan hayal kırıklığı mı Bilderberg'in beni dâvet etmesine sebep oldu?" diye düşünmeden edemedim.

Dünyayı ve bizi ilgilendiren iki temel konuda son iki yılın Bilderberg'lerinde konuşulanlar aşağı yukarı bunlar... Geçen yılın öngörülerinin boşa çıkması ne kadar dikkat çekici...

Sunday, June 25, 2006

Fehmi Koru'nun Bilderberg izlenimleri - 4



Bilderberg'te konuşulanlar
Fehmi Koru


Hepinizin Bilderberg toplantılarında neler konuşulduğunu merak ettiğinizi biliyorum elbette. Biliyorum, çünkü yola çıkarken ben de en çok neler görüp neler dinleyeceğimi merak ediyordum.

Gözlemimi hemen kaydedeyim: Bilderberg toplantılarında konular içten ve etkin ifadelerle ele alınıyor, enine boyuna irdeleniyor, karşıt görüşlerle de sınanıyor. Katılımcılar bütün sorulara açıklar, ancak önceden belirlenmiş genel çerçeve içine girmeyen yan konulara yüz vermiyor, o tür soruları cevapsız bırakıyorlar.

Dünya liderlerinin söz alacağı bir toplantı düzenleseniz orada hangi 'global' konuların konuşulmasını istersiniz: Irak... İran... İsrail-Filistin ihtilâfı... Afganistan... AB... NATO... Petrol fiyatları... Bu yılın Bilderberg toplantısında bu genel başlıklar altına giren konular enine boyuna tartışıldı. Geçen yılın dosyasına bakıyorum da aynı konuların neredeyse aynı kişiler tarafından işlendiğini görüyorum. Fikri tâkip duygusu hayli yüksek bir örgüt Bilderberg...

KİŞİLER VE TARTIŞMA KONULARI

Philip Zelikow ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice'ın etkisi her halinden belli olan danışmanı. Robert Zoellick ise, dinlediğinizde, "Bir bürokrata bu kadar farklı alanda sorumluluk yüklenir mi?" duygusuna kapılacağınız kadar her olayın içerisinde bir başka Amerikalı bürokrat; Dışişleri Bakanlığı müsteşar yardımcısı koltuğunda oturuyor. Franco Bernabe ise Rothschild-Europe kuruluşunun başkan yardımcısı; Çin petrol şirketinin yönetiminde bulunan tek Avrupalı. Carl Bildt İsveç'in eski başbakanı. Thierry de Montbrial Fransa Uluslararası Araştırmalar Kurumu Başkanı. Neelie Kroes Avrupa Komisyonu üyesi. Tabii bir de Henry Kissinger.

O kadar katılımcı arasından kulağımı en çok bu isimler konuşurken kabarttım. Onlar da her vesileyle söz alıp görüşlerini çekinmeksizin diğer katılımcılarla paylaştılar.

Toplantılar tek bir konuya ayrılmış oturumlar halinde yapılıyor. Herkes sahnenin karşısında soyadı sırasına göre yerleştiriliyor. Toplantı sonunda resmen açıkladıkları katılımcılar listesi elinizde, oturma düzeni şeması da önünüzde, konuşanın kim ve nerede görevli olduğunu hemen öğrenebiliyorsunuz.

Diğer yıllardan süregelen gündem maddelerine bu yıl iki ülke özel başlıklarıyla eklenmişti: Çin ve İtalya. Dünyanın en kalabalık ülkesi dünya standartlarını zorlayan bir ekonomik gelişme içerisinde. Petrol fiyatları artışında dünyanın kan ve baruta bulanmışlığının da payı var, fakat özellikle Çin'in devleşen enerji ihtiyacı petrolü değerlendiren önemli bir unsur. Yine de, biri, "Herkes Çin'i, Hindistan'ı suçluyor, ama" dedi, "Artan enerji talebinin üçte ikisi gelişmiş ülkelerden..." Bir de Çin'de sistemin içine kapanıklığı rahatsız ediyor. İtalya ise, Berlusconi dönemini kapatıp Prodi'li büyük koalisyona geçtiği için ilgi odağı; siyasî bakımdan izlenmeyi hak eden ülkelerin başında geliyor.

Rusya da grubun ciddi izlediği bir ülke. Enerji kaynaklarını dış politikasında kullanıyor Rusya; Çin bile Sibirya gazıyla Rusya'ya bağımlı. Rusya'nın en çekindiği ülkenin İran olduğu tespiti ilginçti; İran'ın İslâm Dünyası üzerindeki etkisi yüzündenmiş bu etki. Rusya'dan 'Yeni KGB İmparatorluğu' diye söz eden de çıktı. Putin'den duyulan tedirginlik elle tutulur boyutlarda.

Dünya sistemine en büyük tehdit bizim bölgemizden geliyor. En büyük öz-eleştiri, ilişkilerde daha çok 'savunmada kalındığı' yönünde geldi. 'Düşman kimdir?' iyi belirleyip ideolojisine karşı çıkılması gereği üzerinde duruldu. Bizde zaman zaman patlayan 'yaşam tarzı' kavgası vardır ya, bu konu Bilderberg için de önemli...

TARTIŞMA SÜRÜYOR DA SÜRÜYOR...

Oturumlarda konuşulanlar orada kalmıyor, aralarda ve özellikle yemeklerde tartışma sürdürülüyor. Konuşulanları daha dar bir grupla tartışmaya devam ediyorlarsa hiç şaşırmam. Herkesle tartışılan konular birinci dereceden ilgilileri veya uzmanları tarafından ayrıca neden gündeme taşınmasın; uzman ile yetkili, ilgisizleri dışarıda bırakarak konuyu tartışmaya neden devam etmesin?

Modern dünyanın karşı karşıya geldiği en ciddi sorunun iklim değişikliği olduğunun farkında Bilderberg; hemen her başlık altında bir punduna getirilip bu konuya değinildi. Refah arttıkça enerji tüketimi tetikleniyor, o da global ısınmayı etkiliyor. Geri kalmış ülkelerde ağaçsızlaşma tehlikesi var; bu da iklim değişimi üzerinde müthiş etkili. Gerekirse maddi karşılığını ödemeyi düşündürecek kadar ciddi bir sorun olarak görülüyor bu. Yakın zamanda alternatif enerji kaynaklarına dayalı bir hayat beklemiyorlar; yine de etonol, mısır gibi alternatifler yabana atılmıyor. Uzun ömürlü piller üzerinde de çalışılıyormuş. Biri "Şapkadan yeni kuş çıkmayacak, böyle bir şansı yok enerjinin" dedi; dolayısıyla amaç hâlâ 'enerji kaynaklarına kolay ulaşım' olarak ortada duruyor.

Tedirginlik listesinin ilk sıralarında nükleer ve kitle imha silâhları konusu yer alıyor. En çok endişe edilen konu terörün yaygınlaşması ise, ondan daha da korkulan çok can alıcı silâhların terör örgütlerinin eline geçmesi... Biri, "İstesek de istemesek de kitle imha silâhına sahip olacak ülkeler çıkacaktır; bu alanda caydırıcı tedbirlerden çok ikna yolunu denemek lâzım" dedi.

Notlarımda altını iki kez çizdiğim şu sözler ilk dinlediğimde beni güldürmüştü; gelişmekte olan ve reforma ihtiyaç duyulan ülkelerle ilgili söz bakalım sizde ne etki yapacak: "Reformun gerekliliğini herkes görüyor, orada bir sorun yok; sorun, reform yaptıktan sonra yeniden seçilebilmekte..."

Tartışırken, özellikle Bilderberg'te ön planda görünen isimler, bir vesile bulup "Bu konularla ilgileniyoruz diye bizim dünyaya hükmettiğimizi söyleyenler çıkıyor" diyebiliyorlar. Kendileriyle alay güdüsü fazla yüksek bir grup bu; böyle bir cümlede derhal kahkahalar salonu dolduruyor.

Bilderberg'in gündemindeki konuların toplantılar sonrasında yepyeni bir biçim alabildiği dönemler oldu. Tıpkı, bu toplantılara katıldıktan sonra bahtları açılıp alanlarında yükselen politikacı ve bürokratlar gibi bir durum. Bilderberg toplantılarını düzenleyenler yükseleceği zaten belli kişileri mi dâvet ediyorlar, yoksa o kişilerin önlerinin açılmasında Bilderberg'e katılmalarının mı rolü var? Tartışma konuları da öyle: Sonradan farklı biçim alabilen konuları öngörüp başlıkları öyle mi tespit ediyorlar, yoksa Bilderberg'teki tartışmalar olaylara yön mü değiştiriyor? En ciddiye alınması gereken soru bu.

http://www.yenisafak.com.tr/diziler/bilderberg/bilderberg04.html

Fehmi Koru'nun Bilderberg izlenimleri - 3


Kim bu Bilderbergçiler?
Fehmi Koru

Toplantılarda önceden belirlenen konuşmacıların sunumundan sonra tartışmalara geçiliyor. Söyleyecek sözü, soracak sorusu olanlara en uzunu üç dakikayı geçmemek üzere konuşma fırsatı tanınıyor. Özellikle yemeklerde masa sohbetlerine önem veriliyor.

Bilderberg'ten söz açılınca, konu ister istemez toplantılara katılanlara geliyor. Bilderberg toplantılarına katılanlara ne denebilir? Kolaylık olsun diye 'Bilderbergçi' demekte bir mahzur olmasa gerek.

Sanırım hemen fark ettiniz: Son toplantısına ben de katıldığım halde kendimi Bilderberg'ten dışlar gibiyim. Bunun sebebi, Bilderberg'e katılanların kabaca iki gruba ayrılması: Biri, kuruluştan beri, ya da hiç değilse epeydir sürekli katılanlar... Bir de, tek atışlık katılımcılar... 'Bilderbergçi' daha çok her yıl gelen sürekli katılımcılara yakışan bir sıfat; bir kez çağrılan veya çağrılması için her seferinde dâvet edilmesi gerekenleri farklı bir kategoride tutmak şart...

Yeniler ilk akşam verilen yemekte kendilerini derhal belli ediyorlar... Tesadüfen oturduğum masada birbirlerini iyi tanıdığı belli olan farklı ulustan katılımcılar vardı; hemen "Siz ilk kez galiba?" diye dostluk ellerini uzattılar. Yanıbaşımda oturan Portekizli, gazeteci olduğumu öğrendiğinde "Aaa, bizler de öyle" dedi. Sonradan katılımcılar listesine baktığımda, Francisco Pinto Balsameo'nun Portekiz'de bir medya grubunun başkanı olduğunu gördüm. Bir başka sıfatı daha vardı masa arkadaşımın: Eski başbakan...

AİLE GELENEĞİ

Bilderberg'i Bilderberg yapan ve üzerine bu denli ilgi çekmesini sağlayan, katılımcıların düzeyi zaten. Her yıl dünyanın bir yerinde yapılan toplantılara işlerini güçlerini bırakarak katılan kişiler ülkelerinin önde gelenleri. Devlet ve hükümet başkanları, özelliği olan bakanlar, şirketler ve finans dünyasının liderleri, uluslararası örgütlerin yöneticileri... Nereye dönseniz haberlerden âşina olduğunuz bir simayla karşılaşıyorsunuz...

Bu yılın toplantısı bu yönden biraz zayıftı. NATO genel sekreteri Hoop Scheffer ile ABD senatörleri Hillary Clinton ve Joseph Biden bekleniyordu, gelemediler... Bilderberg'i 'aile geleneği' görüp her toplantısına katılan Hollanda Kraliçesi'ni saymazsak, devlet ve hükümet başkanları iltifat etmemişti Kanada'daki buluşmaya; buna karşılık Avrupa ülkelerinden bolca bakan vardı. Çoğu katılımcının adının karşısında ise 'eski başbakan' veya 'eski bakan' sıfatı okunuyordu.

Gözlerimin Hillary Clinton'u aramasının sebebi, New York senatörünün iki yıl sonra yapılacak seçimde başkanlığa adaylığını koyacağı yolundaki güçlü beklenti... Eşi Bill Clinton dahil pek çok ABD başkanı, adaylık koymadan hemen önce, Bilderberg'te varlık göstermişlerdi. Margaret Thatcher'dan Tony Blair'e kadar pek çok İngiliz politikacının adına da, başbakanlığa gelmelerinden hemen önceki Bilderberg toplantısının katılımcılar listesinde rastlanıyor.

Margaret Thatcher muhalefetteki Muhafazakâr Parti'nin yükselen yıldızı olarak katıldığı toplantıda hiç söz almamış... Söylenen o ki, yemeklerin birinde kendisini Henry Kissinger'ın yanına oturtmuşlar ve o dönemde ABD'nin dışişleri bakanı olan kıdemli politikacı, "Sizin görüşlerinizi de merak ediyoruz" demiş İngiliz politikacıya... Sonrasında dinledikleri görüşleri pek beğenmişler...

GÖRÜNTÜ: BEYAZ VE ERKEK

Toplantılarda önceden belirlenen konuşmacıların sunumundan sonra tartışmalara geçiliyor. Söyleyecek sözü, soracak sorusu olanlara en uzunu üç dakikayı geçmemek üzere konuşma fırsatı tanınıyor. Özellikle yemeklerde masa sohbetlerine önem veriliyor. Daha önce katılmış bir dostum, "Yemekte hep farklı birileriyle görüşmeni sağlamak için seni kendileri oturtabilirler" demişti; buna fırsat vermeyecek biçimde davranıp hep değişik masalara oturduğum için bir yönlendirme yapmaları gerekmedi.

Son toplantıya katılanların üçte biri süreklilerdi. Birbirlerini yıllardır tanıyan yakın dostlar sayabilirsiniz onları. Politikacı, bürokrat, uluslararası kuruluş yöneticisi, sanayici, finansör, petrolcü; hepsi birbirlerine ilk adlarıyla hitap ediyorlar... İlk kez katılanları ise, etraflarına sıkıntılı bakışlarından çıkartabiliyorsunuz. Bir de, tanıştıkları herkese kartvizitlerini dağıtıyor yeniler...

Şimdi şaşıracağınız bir ayrıntı: Toplantıya katılanların ağırlıklı görüntüsü erkek ve beyaz oluşlarıydı. Bazı başkanlara danışmanlık yapmış Vernon Jordan beyaz görüntüye aykırı tek kişiydi. O kadar kalabalık içerisinde kadınlar iki elin parmakları kadar bile yoktu.

ORTAK PAYDA KÜRESELLEŞME

Şöyle bir ortam düşünün: Ülkelerinde karar alma mekanizmasının tam ortasında bulunan politikacı ve bürokratlar, hangi konulara önem verdiklerini belli eden konuşmalar yapıyorlar... BM, NATO, Avrupa Birliği, Dünya Bankası, UNDP gibi uluslararası örgütlerden katılımcılar ise kendi ilgi alanlarına giren konularda sorunları ve çözüm yollarını paylaşıyorlar... Coca Cola, Laferge, BP, Shell, DaimlerCrysler, ThyssenKrupp, Rothschild, AXA gibi dev şirketlerin patronları veya üst düzey yöneticileri de oradalar; görüşlere itiraz edebiliyor, kendi mülâhazalarını paylaşabiliyorlar... Tabii, bu tartışmalara dünyanın nereye gideceğine dair görüşü olan gazeteci ve yazarlar da katılabiliyor...

Bilderberg'in en çarpıcı ürünü, dünyayı hâlâ etkisi altında tutan 'küreselleşme' dalgalanması... Bilderbergçilerin dinleri, dilleri, ilgileri farklı olabilir, ama hepsini birleştiren en önemli özellik 'küreselleşme' taraftarı oluşları. Bilderberg müdavimlerinden Financial Times'tan Martin Wolf'un 'Why Globalism Works' (Küreselleşme neden işliyor) adlı kitabı genel hatlarıyla ortak görüşü yansıtıyor. Kendisi bu yılki toplantıda yoktu, ama pek çok konuşmacının anma ihtiyacı duyduğu bir kişi de, 'Dünya Düzdür' kitabına imza atmış New York Times yazarı Thomas Friedman'dı...

Buradan geçen herkesin anlatacağı bir Henry Kissinger öyküsü vardır herhalde. Kaç konuşmacı, karşılarında oturan ABD'li kurt politikacının gözünün içine bakarak, "Henry vaktiyle şöyle demişti" diye başlayan cümle kurdu, sayamadım. Bazısı kitaplarına atıfta bulundu. Her konuda görüşü alınmak istendi. O ve kimbilir kaç yaşındaki David Rockefeller Bilderberg toplantılarının belleği sayılıyorlar...

Yazının burasında "Bu adamlar Bilderberg'te ne konuşuyorlar?" sorusu aklınıza iyice takılmıştır sanırım.

Fehmi Koru'nun Bilderberg izlenimleri - 2


İşin sırrı, koyu gizlilikte
Fehmi Koru


Grubun korumalarından birinin, "Şu gördüğünüz kişi iki günde tam 5000 kare fotoğraf çekti" diye işaret ettiği İspanyol Estulin de kıdemli bir Bilderberg gözlemcisi. Otele katılımcı taşıyan camları karartılmış otomobillere yöneltti kamerasını; kaldığım 13. kattan aşağıya her bakışımda, Estulin'i, otel içindeki hareketleri yakalamaya çalışırken görüyordum.

Bilderberg toplantısının yapılacağı, konukların üç gün boyunca misafir edileceği Kanada'nın Ottawa kentindeki Brookstreet Hotel'e girerken minibüsün penceresinden etrafta toplananlara gözüm takıldı. İlk aklıma gelen, hayatının son 34 yılını Bilderberg'i izlemeye vakfetmiş Jim Tucker'ın protestocu kalabalık arasında bulunup bulunmadığı oldu. Dünya, Bilderberg'le ve her yıl değişik yerlerde yapılan toplantılarıyla onun ısrarlı tâkibi sebebiyle haberdar.

34 yılın alışkanlığını ben katılıyorum diye bozacak değil ya; James P. Tucker Ottawa'ya benden önce gelmişti.

Grubun korumalarından birinin, "Şu gördüğünüz kişi iki günde tam 5000 (beşbin) kare fotoğraf çekti" diye işaret ettiği İspanyol Daniel Estulin de kıdemli bir Bilderberg gözlemcisi. Otele katılımcı taşıyan camları karartılmış otomobillere yöneltti kamerasını; kaldığım 13. kattan aşağıya her bakışımda, Estulin'i, otel içindeki hareketleri yakalamaya çalışırken görüyordum.

Amerikalı bağımsız belgesel yapımcısı Alex Jones'a Kanadalı görevliler takmış... Sınıra gelen her Amerikalı ehliyetini gösterip Kanada'ya geçebiliyor; Jones ise Ottawa Havaalanı'nda saatler geçirmek zorunda bırakıldı. Sonunda saldılar, ancak 24 saat içinde ülkeyi terk etmesi şartıyla...

Dışarıdan bakıldığında durum böyle...

İçeriden bakıldığında ise şunu gördüm: Kıdemli Bilderbergçiler kendilerini yakın tâkibe almış kişilerden ve iddialarından fazla gocunmuşa benzemiyorlar. Başından sonuna bütün oturumlarını izlediğim, her yemeğine herkesle birlikte katıldığım için rahatlıkla iddia edebilecek durumdayım: Kendilerine gösterilen ilgiden de, haklarında ifade edilen iddialardan da keyif alıyor Bilderbergçiler... Üç gün boyunca, neredeyse her fırsatta, "Hani bizim dünyayı yönlendirdiğimiz söylenir ya" ve "Dışarıdakiler Kanada'yı bölmek üzere toplandığımız iddiasındalar" türü cümleler işittim. Her ortamda en büyük alkışı bu tür cümleler aldı; hem alkışladılar, hem de güldüler...

GİZLİLİĞİN BU KADARI...

Bilderberg dünyanın en gizli örgütü, buna hiç kuşku yok... Gizlilik daha dâvetle birlikte başlıyor ve hiç bitmiyor. Gelen bütün belgelerin üzerinde 'gizli ve mahremdir' ibaresi mutlaka yer alıyor sözgelimi; gazetenin ortak faks cihazına gönderilseler bile...

Toplantılar başkalarına kapatılmış otellerde yapılıyor. Üç gün boyunca katılımcılar dışarıya çıkmıyorlar. İkinci gün öğleden sonra için öngörülen 'müze ziyareti' güvenlik gerekçesiyle iptal edildi. Koca bir otelde 125 kişilik katılımcı grubu, bazılarının sekreterleri ve korumaları, çoğu bu iş için gelen organizasyon sorumluları... Yani taş çatlasa 200 kişiyi aşmayan bir topluluktuk... Çok katlı otelin son üç katındaki odalarda yattık, giriş katında kahvaltı edip yemek yedik, ikinci katta da toplantı yaptık...

İkinci gün, biraz da ne olacağını görmek için, sürekli takmamız için verilen boyun kartım olmaksızın toplantıya geldiğimde, kulağındaki telli irtibattan koruma olduğu anlaşılan bir genç yanımda bitti ve kartsız salona giremeyeceğimi hatırlattı. Ottawa'ya seyahat planımı son anda değiştirip başka saatte bir uçakla gitmeye karar verdim; ilk uçaktan inmediğimi fark edince derhal telefonla ulaştılar. Üzerinde yalnızca 'B' harfi bulunan ve aylar öncesinden gönderilen etiketi yapıştırmam gerekmez diye yanıma küçük bir valiz almıştım, "Ne olmaz, ne olur" uyarısıyla ona da etiket takıldı.

Güvenlik Bilderberg için her şeyin önünde geliyor. Sonunda olan şu: Güvenliği biraz aşırıya vardırdığınızda kendinizi başkalarından koparıyorsunuz, bu da grubun doğasında varolan 'gizlilik' görüntüsünü daha da koyulaştırıyor.

GAZETECİ BOL, AMA HABER YOK

Listeye şöyle bir bakıyorum da, toplantıda hiç de küçümsenmeyecek sayıda gazeteci varlığını fark ediyorum: Avusturya'nın Der Standard gazetesi yayıncısı Oscar Bronner, Burda yayın grubunun patronu Hubert Burda, Kanada Globe and Mail gazetesi yayıncısı Phillip Crowley, Alman Axel Springer Medya Grubu yöneticilerinden Mathias Döphner, Wall Street Journal gazetesi editörlerinden Paul Gigot, Alman Die Zeit gazetesi editörü Josef Joffe, yardımcısı Matthias Nass, Times gazetesi editörlerinden Anatole Kaletsky, Le Figaro yayın yönetmeni Yves de Kerdrel, Time-Warner Medya Grubu'ndan Norman Pearlstine, Danimarka Politiken gazetesi yönetmeni Toger Seidenfaden, International Herald Tribune'dan John Vinacur, Financial Times yönetmen yardımcısı Martin Wolf...

Bu kadar gazeteci toplantıya katıldı, ama hiçbiri gazetelerinde toplantıdan söz etmeyecekler... İki yıl önce, Financial Times'ta 'Bilderberg nedir?' gibisinden kısa bir değerlendirme haberi çıkmıştı. Kanadalı gazete patronunun yayın organını her toplantı günü merakla açtım; açmamla kapamam bir oldu. Bütün toplantıları baştan sona izleyen gazetecinin gazetesinde 'Bilderberg' sözcüğü hiç geçmedi.

Bu koyu bir gizlilik tabii... Rusya'dan söz ederken şu cümleleri sarf eden gazeteci aramızdaydı: "Geçen hafta Moskova'da Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) toplantısı yapıldı. Açılışa Putin de katıldı ve eleştirildi. Ertesi gün gazetelere merakla sarıldım, ama heyhat, toplantıdan da, açılışta Putin'in eleştirildiğinden de tek satır bahis yoktu. Rusya'da basın özgürlüğü bu kadar işte..." Aynı meslektaş, kendi katıldığı toplantıdan yönettiği gazetede hiç söz edilmemesini sineye çekebiliyor...

GİZLİLİK GÖRÜNTÜYÜ PEKİŞTİRİYOR

Bilderberg'e katılanların kimlikleri açısından güvenlik takıntısını anlamak mümkün de, toplantıların bu denli koyu bir gizlilikte yürütülmesi yine de çok anlamsız. Bu anlamsızlığa anlam kazandıran tek nokta, Bilderberg'in ciddiye alınmasında sürdürülen gizliliğin büyük payının bulunması. Bilderberg toplantılarına katılanların büyük bir bölümü geldikleri ülkeleri yöneten insanlar zaten... Bir bölümü de önemli uluslararası örgütlerin başındalar... İşadamları finans, petrol, sanayi, medya dallarında bir numara... Bilderberg, onlara, ülkelerinin en önemli adamları olmaktan daha fazlasını sağlıyor; Bilderberg'le 'dünyayı yöneten sınıf' görüntüsünü kazanıyorlar...

Bu görüntünün onlara büyük keyif verdiğinden hiç kuşkunuz olmasın...

Resimlerden siyah beyaz olanı 1954 senesindeki ilk toplantıdan; renkli olan ise bu seneki toplantıdan... OL@ )

Fehmi Koru'nun Bilderberg izlenimleri - 1


Fehmi Koru
,
malum-u âliniz, "beni davet etmezler... gitmem zaten..." falan derken, "dünyanın efendileri" dediği Bilderberg'in bu sene yapılan toplantısına gidiverdi...
Gitti de n'oldu?! Kocaman bir hiç!
İşte o"hiç"in ne olduğunu anlamanız, tarihe de kayıd düşülmesi için, "Yeni
Şafak"da "Fehmi Koru'nun Bilderberg izlenimleri" başlığı altında yayınlanan yazılarını buraya alıyorum... Yarın, soran eden olursa, "aha! işte delil, belge, vesika!" demek için:)))

OYLESINE LAF@






Gitmek mi zor, gitmemek mi?

Fehmi KORU


Hayatımın çeşitli dönemlerinde tartışma merkezi haline geldiğimi hatırlıyorum, bazılarını sizler de hatırlayabilirsiniz. Gazetecilik bu, birinin nasırına basmadan yapılmaz; basılan nasır ise, mâlum, ses çıkarır... Biriyle kalem tokuşturursun, sesi dört bir yandan duyulur... Müsaadenizle buraya kaydetmek istediğim bir yeni durum bu yaşımda karşıma çıktı: Bu yılın Bilderberg toplantısına dâvet edildim, gazeteler günler ve günler boyu hakkımda yazılar yazdı, televizyonlar program yaptı. Hem de ben sustuğum halde...

İlk haber Sabah gazetesinde çıktı. Metehan Demir imzasıyla yayımlanan haberde, 'Büyük sürpriz: Fehmi Koru esrarengiz Bilderberg toplantısına mı katılacak?' sorusu gündeme taşınıyordu. Ardından, Milliyet gazetesi, 'Ankara Kulisi' sütununda, 'Bilderberg mi değişti, yoksa Fehmi Koru?' sorusunu başlığa taşıyan bir uzun değerlendirme yazısı ile arkadan yetişti. Zaman gazetesi ise, pazar eki Turkuaz'da çıkan 'Bâb-ı Âli'de Bilderberg bahisleri' yazısı ile kervana katılmakta gecikmedi. Başka gazetelerde de irili-ufaklı benzer haberler yer aldı.

Bâb-ı Âli konuyu gerçekten ciddiye almış ve bekliyordu. Hergün bir yayın kuruluşundan gelen görüş açıklama çağrılarına, Sabah, Milliyet ve Zaman'a verdiğim cevabı tekrarlıyordum: "Çağrılacağım benim de kulağıma geldi, ama henüz dâvetiye almadım..." Buna rağmen, daha önce Bilderberg'e katılmış bir yazar, çağrılsam da gitmeyeceğim üzerine bahse girdiğini açıklıyor, kimi "Canı isterse gitsin" aldırmazlığını sergilerken, kimi de, "Giderse bugüne kadar yazdıklarına ters düşmüş olur" bilgiç tavrına bürünüyordu...

Galiba bu benim kaderim...

Bir keresinde, Hikmet Çetin 'ziyaret eden ilk dışışleri bakanı' unvanını kazanacağı İsrail gezisine çıkarken uçağında taşıdığı üç gazeteciden biri olarak beni de yanına almıştı. İlk defa Kudüs'ü de görecektim ve çok heyecanlıydım; okuyanlar heyecanımın oradan yazdığım yazılara da yansıdığını hatırlayacaklardır. Ziyaretin ikinci günü basın merkezine indiğimde hayatımın ilginç sürprizlerinden biriyle karşılaştım: Hürriyet gazetesi, Hikmet Çetin'i bir tarafa bırakmış, "O da İsrail'de" diye beni haber yapmıştı...

İlginin sebebi ne ola?

Bana bu kaderin yakıştırılmasının sebebi, bazı medya yöneticilerinin, beni, kendime biçtiğim rolden daha farklı bir yere yerleştirmesi olabilir. Ben kendimi hep 'gazeteci' olarak bildim; o sebeple de yalnız 'ziyaret eden ilk dışişleri bakanı' ile değil, 'ilk başbakan' ve 'ilk cumhurbaşkanı' ile de İsrail'e gitmekte hiçbir sakınca görmedim. O ülkeye yaptığım ziyaretler, benim İsrail hükümetinin uyguladığı yanlış politikaları eleştirmeme engel değil ki... Üstelik, daha önce yazdıklarımın doğruluğunu test etmeme yaradı o ziyaretler; sonraki yazılarımı daha 'bilerek' yazmama da yardım etti.Bilderberg'e gitmek farklı mı?

Gazetelerde okudukları haberlerden etkilenerek heyecan içerisinde "Doğru mu?" sorusunu iletenler çıktığına göre, Bilderberg'e katılmamı mahzurlu gören sevenlerim olduğunu düşünüyorum. Bir okur, cep telefonuma gönderdiği mesajda İnternet'ten ulaşılabilen 'Bilderberg-karşıtı' bir videonun adresini duyurdu bana. Benim de izlediğim bir internet sitesi 'Gitsin mi, gitmesin mi?' anketi düzenledi okurları arasında. ("Gitsin" diyenlerin oranı yüzde 55 çıktı).

Belki inanmayacaksınız, ama ben yine de yazayım: Katılma dâvetini aldığımdan bu satırları yazdığım şu saate kadar, "Acaba gitmeyeyim mi?" hissi bir an bile içimden geçmedi. Ne tereddüdü, çok heyecanlandım bile... Gazetelerde çıkan haber ve değerlendirmelerin beni dâvet edenleri caydıracağı endişesini uzun süre içimden atamadım. Hiç değilse bazı yayınların ya beni ya da Bilderberg'i vazgeçirme amaçlı olduğunu bugün de düşünüyorum. Son ana kadar "Ya cayarlarsa" diye içim içimi yedi.

'Dışarıdan' mı tercih edersiniz, yoksa 'içerinden' olsun?

Bugüne kadar Bilderberg konulu sayısız yazı yazdım. Milliyet bunlardan 34'üne ulaşmış. Her yazım gibi Bilderberg ile ilgili olanları da olağanüstü titiz araştırmalardan sonra kaleme aldım. Dışarıdan bir insan ne kadar iyi bilirse o kadar iyi biliyordum Bilderberg'i. Her yıl Bilderberg zamanı (mayıs ve haziran ayları) toplantının nerede yapılacağını öğrenmeye çalıştım, toplantı sonrası da kimlerin katıldığını ve neler konuşulduğunu sizlere aktardım. Tabii hep 'dışarıdan'...

"Katılır mısın?" dâveti, bugüne kadar 'dışarıdan' izlediğim bir grubun çalışmalarını 'içeriden' görüp müşahede etme imkânı demek benim için... "Hayır, gelmiyorum" demek, "Benim önyargılarım bana yeter, gözlem ihtiyacım yok" anlamı taşımaz mı? Gözüne at gözlüğü takılmış önyargılarının esiri biri olmaktan hayat boyu kaçındım ben. Bilderberg'e dâvet edilmeyi kendim için bir 'zafer' olarak görmekten daha çok, toplantıya katılmayı okurlarıma karşı yerine getirilmesi bir görev telâkki ettim.

Benim birincil görevim, bildiklerimin, gördüklerimin, okuduklarımım muhassılasını okurlarla paylaşmak çünkü... Aslında eline kalem alan herkesin, gazetecinin, yazarın, programcının ilk görevi bu değil midir?

Şifreleri kırmak...

Bilderberg'e katıldım, Bilderbergçiler'le üç gün ve üç gece geçirdim; şimdi kendimi daha yetkin hissediyorum. Bugüne kadar konuyla ilgili yazdıklarım olaya dışarıdan bir bakıştı; bundan sonra Bilderberg ile ilgili yazacaklarım toplantılara katılmış birinin gözlemleri olacak...

Bunu hafife almayın. Bilderberg tarihinde, katılanlardan yalnızca bir kişi, İngiliz politikacı Denis Haley, bir gazeteciye toplantılarla ilgili geniş açıklama yapmıştı... Son iki yıldır Türkiye'den katılanlar televizyon ekranları ve gazete köşelerinde bazı ayrıntılara giriyorlar...

Daha önce katılan bir meslektaş, "Senin çağrılmanın zamanı gelmişti" dedi bana; artık ne demekse... Bir başka katılımcı, "Döndüğünde şifreleri kırmanı bekliyoruz" diye fısıldadı kulağıma. Toplantıdan ayrılırken, bir katılımcı, "Ne olur, dönünce, petrol fiyatlarını on yıl için belirlediğimizi yaz da fiyakamız artsın" dedi gülerek...

"Şifre kırmak... Komplo teorileri... Ne oluyoruz?" şaşkınlığına düşmeyin sakın. Bilderberg'e gittim ben, Kanarya Sevenler Derneğinin yıllık toplantısına değil...