Thursday, June 15, 2006

TÜRK’Ü TİTRETİP KENDİNE DÖNDÜRME YAZISI


Aşağıdaki yazı oldukça ilginç bir yazı; "bakırcılık"la uğraşıp nafakasını temin eden ve buradan kazandığıyle bir de dergi ("Fabrika") çıkaran Salih Zeki Tombak'ı öylesine bir tanırız.. Enteresan bir solcudur.

Bu yazıda onun dergisinden ve muhtemelen müstear isimle yazdığı bir makalesidir.

OYLESINELAF@









TÜRK’Ü TİTRETİP KENDİNE DÖNDÜRME YAZISI

Arif Sacit ŞAİR

Bu “ALP”lar meselesini unutmadık; unutmamakla

kalmayıp zahmet edip araştırdık da. Neydi

Alp sorunu; Türkiye tarihindeki iki Türkçü Alp

Türk degildi. Bunlardan ilki Ziya GökAlp ve

ikincisi ise Munis TekinAlp’ti. Ziya beyefendinin

Kürt oldugu zaten biliniyordu. Munis Bey ise son

yıllarda biraz kıyıda köşede kaldıgı için hatırlayan

yok. Halbuki o daha çok Moiz Kohen olarak bilinmektedir

ve mezarına da bu adıyla gömülmüştür.

Demek bu Alp adı sonradan tercih ediliyor.

Ziya Alp’in tutucu bir Osmanlıcı iken Ittihat ve

Terakki’nin 1909’daki Selanik kongresinden sonra

Türkçülükte karar kıldıgını biliyoruz. Selanik’de ne

oldu da “Türklerin üstün ırk” olduguna karar verdi

bilmiyoruz, ama sonuçta eger böyle bir ırk varsa,

kendisinin oraya dahil olmadıgı açıktır. Bu durumda

onun ki sadece bir siyasi Türkçülük olabilir ki,

bu da onun teorisiyle şiddetle çatışmaktadır. Bu

yüzden Ittihatçı arkadaşlarının ona “Sen Kürtsün,

ne işin var Türkçülükle” dedigi biliniyor. Ziya Alp,

büyük bir olasılıkla, bu şakacı arkadaşlarına hiçbir

cevap vermemiştir. Kişiliginin, bu tür cevaplar vermeye

müsait olmadıgı biliniyor.

Bir de dedikodu var ki; dedikodu oldugu

için ciddiye almaya gelmez. Ama bu, bizdeki

Türkçülerin trajedisini gösterdigi için önemlidir.

Söylenti odur ki, Ziya Alp’in “Türkçülügün

Esasları” adlı çalışmasının el yazması bir koleksiyoncu

tarafından bulunmuş ve fakat ilgili bakanlık

tarafından el konulmuştur. Çünkü eserin el yazması

“Kürtçülügün Esasları” başlıgını taşımaktadır!

Bu dedikodu dogruysa, bizim “Türkçüler

Türk degildir” tezimiz dogrulanmaktadır. Fakat,

dedikodu ise de tezimize herhangi bir “dokuncası”

olamayacagını temin ediyoruz. Israrlıyız ve

öyledir.

Munis Alp ise “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının

mucitlerinden biriydi. Ermeni ve Rum

yurttaşlarımızı hedef aldıgı kesindir. Ama insan,

böyle birinin ikinci dili için bu kadar çırpınmasını

anlayamıyor. Vatandaş Türkçe konuşsa ne konuşmasa

ne? Biz senin Ibranicene karışıyor muyuz?

Demek bu şiddetli “Türkçülük”te, sonradan olmanın

şiddeti var.

Şiddet deyince aklıma geldi; bir Alp’imiz daha

var. Fabrika’nın geçtigimiz sayılarında bu Alp’in

ani bir Sinegog ziyaretinden sonra kendi deyişiyle

“Musa’nın Bozkurtları” tarafından eteklendigi not

edilmişti. Biz, bu laftan ancak Hazar Devletini anlayabiliyoruz.

Hani şu sonradan Bizans’a ve Islam

akınlarına karşı denge olsun diye Yahudilikte karar

kılan Türk devletini. Fakat, Koesler’e inanacak

olursak onlar da Dogu Avrupa’ya göçtükten sonra

Türklüklerini unutup Yahudi olmuştur. Yazar, dillerini

de unuttuklarını ve “Yidişçe” diye yeni bir

dil geliştiklerini iddia ediyor. Yidişçe konuşan eski

Hazarların, bizim Alp’in Sinagog ziyaretini duyup,

başbuglarını eteklemeye geldiklerini düşünmek

bizim de hayal gücümüzü aşar. Demek, Sinagog

önünde kurulan yakınlıkta bir zina vaziyeti var.

Musa, başka türlü bizim bozkurtlarla nasıl akraba

olabilir ki? Karmaşık ve çapraşık bir durum. Bu

sebatayizm tartışmalarından sonra sorun büsbütün

içinden çıkılmaz hale geldi. Kıripto Musalar

mı istersin, kıripto bozkurtlar mı? Aman ikisi de

olmaz olsun diyecegiz, ama insana hemen “antisemit”

yaftasını yapıştırıveriyorlar. Tamam ikisi

de olsun ama hiç olmazsa bu ülkenin saygılı bir

evladı olarak kimin kim oldugunu bilelim. Degil

mi? Bilmek istiyoruz.

Mesele yalnızca memlekete millete faydalı

olmakta olsa sorun olmayacak. Dolayısıyla bu

durumda biz de böyle abuk sorular sorup yanıt

aramayacagız. Örnegin birkaç yıl önce ölen degerli

Türk büyügümüz, işadamı filozof, hayırsever burjuva

Üzeyir Garih alt sınıftan birinin saldırısına

ugrayınca hepimiz üzüldük. Belli bir sınıfa angaje

olmamıza karşın ona yakınlık duyduk. Fabrika’da

onu öldürenin bir “Türk evladı” olmayacagı yönünde

yazılar bile çıktı. Şu gariban Yener Yermez yemi

yemiş ve hapı yutmuştu fakat arkasında bir sürü bit

yenigi vardı. Fabrika öyle diyor ve cinayeti nefretle

kınıyordu.

Her şeye karşın Garih adını taşıyan birinin

hem de kutsal Cumartesi günü bir Müslüman

mahallesinde ve bir Müslüman mezarlıgında ölmesi

garipti.

Küçük Hüseyin Efendi’yi hatırlıyor musunuz?

Tabii ki hayır. Hatırlatalım; bu zat, matbuatımıza

göre, Garih’i Müslüman mezarlıgına çeken kişiydi.

Kendisi garip bir tarikatın şeyhi olurlar. Geniş araştırmalardan

sonra, Küçük Hüseyin Efendi’nin kabrinin

bitişiginde bulunan Fevzi Çakmak’ın da bu

şeyhin müridi oldugu açıga çıkarılmasın mı? Yani

Garih’in cesedi tam tekkenin üzerinde bulunmuş

da haberimiz yok. Daha dogrusu yoktu.

Kimmiş bu Küçük Hüseyin deyip her türlü

zahmeti gögüsleyerek araştırdık. Haydaa, kapımız

yine Türkçülüge çıkmasın mı?

Efendim Küçük Hüseyin’in tariki Arusilik

oluyor. Hiç duymamış olmanız mümkündür,

dogal, ben de hiç duymamıştım. Fakat, Yeni Şafak

gazetesinde “Türkeş Arusilerle gizlice görüşürdü”

başlıgını görünce duymuş oldum.

Ilginç degil mi, Garih de Türkeş Alp veya

akrabalarının iletişim kopuklugundan aldıgı adla

Türkiş Alp, aynı tarikin yolcusu. Yani ikisi de bu

durumda Küçük Hüseyinci oluyorlar.

Yeri gelmişken belirtelim; bu “Türkiş” lafı

espiri degil; Ali Arslan veya Alparslan beyin ailesi

Kıbrıs’a göçünce akrabalarının bir kısmı Kayseri’de

ve Adana’da kalıyor. Soyadı kanunu çıkınca, anakarada

kalan akrabalar “Türkiş” soyadını tercih

ediyor. “eş”likte bir yarar görmüyorlar ve “iş”in

daha yararlı olacagını düşünüyorlar.

Dönelim konumuza, “eş” olan Ali Arslan bey

babası tarafından daha kısa donluyken elinden

tutulup bu Küçük Hüseyin’e götürülüyor. Rivayet

odur ki, Küçük Hüseyin bey o mübarek parmagıyla

bu ismi henüz olgunlaşmamış çocugu gösterip,

“Bu çocuga dikkat edin... Türklügün tarihinde çok

önemli roller oynayacak” diyor.

Niye diyor, onu da siz düşünün. Şöyle dese

daha saçama olurdu tabi: Bu çocuga dikkat edin,

Papua Yeni Gine tarihinde çok önemli roller oynayacak!”

Bu durumda Ali Arslan adlı çocuga yeni bir

isim bulmak şart oluyor. Alparslan bulunuyor ve

fakat bütün iddiasına ragmen biz bu ismin “Ali

Arslan”a benzesin diye seçilmiş oldugunu anlıyoruz.

Demek, o tarihlerde Küçük Hüseyin’in

karizması da henüz yeterince olgunlaşmamış. Öyle

anlıyoruz. Ayrıca bir tarikat şeyhinin kendisini hiç

de ilgilendirmeyen “ırk” konularında böyle ileri

geri konuşması belli ki pek makbul ve pek mantıklı

bulunmamış.

Yani sözün özeti, Alparslan adının alınmasında,

Türkçülükle ilgili “apriori” bir iddia yok.

Öyleyse, bunda “Türk” görünmenin etkisini düşünebiliriz.

Hele, küçük Ali Arslan’ı Harp Okuluna

göndermek isteyen bir aile için bu haddinden fazla

yararlı görülmüş olmalıdır.

Burada ilginç bir tarih duruyor ve biz bir

dahaki Fabrika’ya Küçük Hüseyin ile ilgili araştırmamızı

da yetiştirmeyi vaat ediyoruz. Verimli

bir teori bu; uygulayan bakın uymayan var mı? Ne

diyorduk: Türkçüler Türk degildir! Işte size üçüncü

Alp vakası ile ilgili Yeni Şafak gazetesindeki yazı

dizisinin bazı önemli bölümleri:

“Türkeş Arusiler’le gizlice görüşürdü

25 Agustos 2001 günü, Musevi kökenli

ünlü iş adamı Üzeyir Garih Eyüp Mezarlıgı’nda

bıçaklanarak öldürüldügünde, herkes Garih’in

Müslüman mezarlıgında ne işi oldugunu tartıştı.

Garih’in cesedinin Mareşal Fevzi Çakmak’ın

kabrinin yanı başında bulunması çeşitli komplo

teorileriyle yorumlandı. Cesedin yakınlarında bir

kabir daha vardı: Küçük Hüseyin Efendi’nin kabri.

Ilk gün gözden kaçan bu küçük ayrıntı, ertesi gün

Garih olayının göbegine oturdu. Garih’in Eyüp

Mezarlıgı’nda yatan Nakşibendi Şeyhi Küçük

Hüseyin Efendi’nin kabrini düzenli olarak ziyaret

ettigi ortaya çıktı. 1930 yılında vefat eden Nakşi

Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin Garih’in babası

ile yakın dost oldukları, hatta iki kişi arasında

neredeyse şeyh-mürit ilişkisi oldugu iddiaları

gündeme geldi. Üzeyir Garih’in Küçük Hüseyin

Efendi’nin mezarını yaptırttıgı da ortaya çıktı.

Iddialara göre Garih’in babası gizlice Müslüman

olmuştu. Öte yandan yaptığımız araştırmalar

sonucunda Musevi işadamı Üzeyir Garih ile

yakın ilişkisi bulunan MHP’nin efsanevi lideri

Alparslan Türkeş’in Küçük Hüseyin Efendi’nin

müritlerinden Ömer Fevzi Mardin’in kurucusu

olduğu Arusilik’le yakın ilişkisini ortaya

çıkarmış, hazırladığımız bir kitapta bu bilgileri

kamuoyuna aktarmıştık. Böylece kamuoyu

Arusilik adıyla anılan tasavvufi akımın varlıgına

tanık oldu...

...Türkeş’in siyasi kimliğinin yanı sıra ruh

dünyası da ilginçti.

Türkeş”in bazı cemaat liderlerini ve tarikat şeyhlerini gizlice ziyaret

ettiği ülkücü camia içerisinde konuşuluyordu.

Türkeş’in çok yakın çevresinin bildiği bu

ilişkiler vefatından sonra parça parça da olsa

ortaya çıktı. Türkeş’in büyük yakınlık duyduğu

tarikatlardan biri de Arusilik’ti. Türkeş, Küçük

Hüseyin Efendi’nin müritlerinden Ömer Fevzi

Mardin’in kurduğu Arusiliğin şeyhleriyle

1960’lardan vefatına kadar görüştü.

İlk adı Hüseyin Feyzullah

Hüseyin Efendi’nin Türkeş’in ailesi ile tanıştıgı

da ortaya çıktı. Ailenin tanışıklıgını açıklayan

sıradan bir kişi degil, Türkeş ailesinin yakından

tanıdıgı ve saygı duydugu Mehmet Faik Erbil’di.

Erbil, Arusiler’in en önde gelen isimleri arasında

yer alıyor. Erbil, Türkeş’in saglıgında sık sık ziyaret

ettigi bir kişi. Erbil, yıllardır dile getirilen bir iddiaya

da açıklık getiriyor. Iddia, Alparslan Türkeş’in

ilk adının Hüseyin Feyzullah oldugudur. Hüseyin

Küçük Hüseyin Efendi’ye, Feyzullah ise Küçük

Hüseyin Efendi’nin şeyhi Feyzullah Efendi’ye nispettir.

Bu ismi Türkeş’in babası Ahmet Hamdi Bey

ve annesi Fatma Zehra Hanım koydu. Türkeş’in

dedesi Tuzlalı Arif Aga da Şeyh Feyzullah Efendi

ile aynı dönemde Sultan Abdulaziz tarafından sürgün

edildi. Arif Aga Kayseri’den Kıbrıs’a, Nakşi

Şeyhi Feyzullah Efendi ise Istanbul’dan Midilli’ye

gönderildi.

‘Bu çocuğa dikkat edin’

Türkeş’e Hüseyin Feyzullah ismin verilmesinin

hikayesini Mehmet Faik Erbil şöyle anlatıyor:

“Bildigim kadarıyla rahmetli Hacı AlpArslan

Türkeş’in nüfus kaydındaki ismi Hüseyin

Feyzullah’tır. Bunun aslı şudur: Biz işin aslını biliyorduk

ama vesile teşvik etmişken kendisinin 1989

senesinde bize söyledigi bir sözü burada nakledelim:

‘Ankaralı Büyük Evliyâ’dan Küçük Hüseyin

Efendi Hazretleri’nin huzuruna kendisi 7-10 yaşları

arasında iken ebeveyni tarafından getirilmiş ve

mübârek zât kendisine bakarak, şahâdet parmagı

ile işaret eyleyip ‘Bu çocuk... Bu çocuga dikkat

edin. Türk tarihi bu çocugu altın harflerle yazacaktır’

diye buyurmuşlardır. Buradaki incelik şudur:

Alâkaları sebebiyle daha önce ebeveyni ogullarına

huzuruna getirdikleri mübâregin ve mürşidinin

ismi şeriflerini koymuşlar.”

Arusi Şeyhi Mehmet Faik Erbil’in sözünü ettigi

Küçük Hüseyin Efendi 1930”da Istanbul’da vefat

ederek Eyüp Sultan Mezarlıgı’nda topraga verildi.

Küçük Hüseyin Efendi’nin mütevazı mezarının

hemen yanında ise Mareşal Fevzi Çakmak ve ailesinin

kabristanı yer alıyor.

Küçük Hüseyin Efendi’nin ünlü

müridleri

Mehmet Faik Erbil Efendi, Küçük Hüseyin

Efendi’nin yanı sıra tarikatlara mensup ünlü isimleri

açıklıyor:

“Yolumuzun ulularından Arif-i Zât-ı Billah

Esseyyid Mevlâna Küçük Hüseyin Efendi’ye

ve Halife-i Hassası Zât Mürşidi Esseyyid Ömer

Fevzi Mardin Hazretleri’ni zikrettikten sonra terbiyesinde

yetişmiş pek çok degerli dervişlerinden

birkaçının isimlerini burada dercetmek istiyoruz:

Eski Başvekillerimizinden vatanperver Hüseyin

Rauf Orbay, beynelmilel tıp ilmi ile mücehhez

Ord. Prof. Dr. Hasan Reşat Sıgındım, yine tıp âleminden

Ord. Prof. Dr. ve aynı zamanda Paşabahçe

Tezyin-i Sanatlar Hocası muhterem Ahmet Süheyl

Ünver, Washington Büyükelçimiz Münir Ertegün,

eski Adliye ve Hariciye Vekillerimizden Ord.

Prof. Dr. Yusuf Kemal Tengirşenk, Saglık eski

Bakanlarından Tıp Profesörü Dr. Nihat Reşat

Belger, Atina Büyükelçimiz Enis Akaygen,

Müzeler Umum Müdürü Prof. Dr. Burhan Toprak

ve Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak ve tegmen

rütbesi ile huzuruna varıp mübaregin kendisine

gösterdigi keramet üzerine ömrünün son demine

kadar mum ışıgında Kur’ân-ı Kerîm okuyan

Balıkesir Kumandanı Korgeneral Kurtcebe Noyan

Paşa. Bu vesile ile ayrıca belirtmiş olalım ki Halvetî

Tarîkati’nden Şark Orduları Başkomutanı Kazım

Karabekir Paşa, Mevlevî Tarîkati’nden Hava

Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tekin Arıburun

(Paşa) ve aziz şeyhimin “Ordumuzun en degerli

paşası Faik Türün Paşa’dır” diye buyurdugu 1970

ve 1973 arasında Istanbul 1. Ordu Kumandanı Org.

Faik Türün Paşa da birer mübarek tarîkat mensubudurlar.

Cenab-ı Allah bu şerefli zâtların cümlesine

gâni gâni rahmet eylesin. Beşiktaş’ta T. Arıburun

Paşa ile görüştügümüzde “18 oy daha alsaydınız,

bugün Cumhurbaşkanı’ydınız, paşam” dedigimde

bana cevap olarak “Hakk tazyik edilmez ki” demeleri

üzerine kendilerini tebrik ettim. Not: Rahmetli

Mareşal M. Fevzi Çakmak vasiyeti üzere, mürşidi

Ankaralı Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri’nin türbesinin

yanında medfun olup, dolayısıyla damadı

rahmetli Prof. Dr. Burhan Toprak da aynı sıradadır.”

Koç’larla aile dostları

Ord. Prof. Hasan Reşat Sıgındım (Ender

Mermerci’nin babası), Ibnülemin Mahmut Kemal

Inal’ın babası Mühürdar Mehmet Emin Paşa,

Nurettin Topçu’nun şeyhi Abdulaziz Bekkine,

Musevi doktor Salih Arazraki, Üzeyir Garih’in

diş hekimi babası Azra Garih, Devlet Bakanı Ali

Babacan’ın halası Hatice Suat Babacan’ın annesi

Naciye Hanım (Şeyh Yahya Dergahı’nın son

postnişini Abdulhay Öztoprak’ın eşi) da Küçük

Hüseyin Efendi’nin müritlerinden. Koç Holding’in

duayenlerinden Can Kıraç’ın eşi Inci Kıraç da

Küçük Hüseyin Efendi’nin torunlarından. Sevgi

(Koç) Gönül de Küçük Hüseyin Efendi’nin torunlarından

Sabiha Hanım’ın aile dostları arasında yer

aldıgını açıklamıştı.

Başbakan Ürgüplü de mezarı ziyaret

ederdi

Mehmet Faik Erbil, Ismet Paşa döneminin

bakanlarından Suat Hayri Ürgüplü ve babası

Şeyhülislam Hayri Efendi’nin Küçük Hüseyin

Efendi ile ilişkisini şöyle anlatıyor: “Küçük

Hüseyin Efendi Hazretleri’nin huzuruna, büyük

bir evliya oldugunu ögrenen Ürgüplü’nün babası

o devrin Şeyhülislâmı Hayri Efendi gelirler.

Hayri Efendi: “Efendim tahsiliniz nedir?” diye

sorarlar. Mübarek şu cevabı verirler: “Maksûd.”

Bunun üzerine Hayri Efendi istihza ile güler ve

şöyle söyler? “Aman efendim. Benim odacım dahi

maksûd dersini çoktan geçti.” Akabinde alaycı bir

tavırla anlayamadıgını ifade eder. Mübarek yine

“Maksûd evladım” cevabını verirler... Ürgüplü

Tekel Bakanı iken hakkında açılan dava karşısında

Küçük Hüseyin Efendi’nin makam-ı şerifine giderek

Allah’a şu niyazda bulunur: “Ey Allahım. Suçlu

degilim. Aile şerefimiz ayaklar altına alınmak

isteniyor. Huzurunda bulundugum mübaret zatın

yüzü suyu hürmetine bu iftira davasından beni

kurtar” diyerek hüngür hüngür aglayarak, yapıştıgı

türbenin demirleri dua esnasında devamlı salıncak

gibi sallanır. Ve tam yedi gün sonra her türlü baskıya

ragmen beraat kararını almıştır. Ondan sonra

mübaregi unutmamış ve fırsat buldukça ziyaretine

gitmiştir.

MHP lideri Alparslan Türkeş, 27 Mayıs

1960’daki askeri darbede yer aldıgı için 1970’li

yıllarda Demokrat Parti’nin devamı olarak bilinen

Adalet Partisi’nin mensupları tarafından hep

eleştiriye maruz kaldı. Ikinci bir eleştiri konusu da

Said-i Nursi’nin naaşının askeri idare tarafından

Urfa’daki mezarından bilinmeyen bir yere nakledilmesiydi.

Bu iki eleştiri de MHP lideri Türkeş’i

hep rahatsız etti. Türkeş, 27 Mayıs ve Said-i Nursi

olayı hakkında çeşitli açıklamalar yaptı. Başbakan

Adnan Menderes’in idamına karşı çıktıgını, Saidi

Nursi’nin naaşının ise kendisinin sorumlulugu

dışında nakledildigini belirtti. Said-i Nursi’nin

mezarının herkesçe bilinmeyen bir yere defnedilmesi

hususunda talebelerine vasiyeti vardı. Yine de

naaşının 27 Mayıs’tan sonra askeri idarenin talimatıyla

bilinmeyen bir yere nakledilmesi Nurcu çevrelerde

eleştiri konusu yapıldı. Türkeş, Said Nursi’nin

kayıp mezarı hakkında sorulara muhatap kaldı.

Uzun yıllar suskunlugunu koruyan Türkeş, gazeteci

Hulusi Turgut’a 1995 yılında anlattıgı anılarında

kayıp mezarla ilgili açıklamalarda da bulundu.

Mehmet Faik Erbil 27 Mayıs hakkında

Türkeş’in söylediklerini şöyle anlatıyor: “Rahmetli

27 Mayıs 1960’ı, özetli ifade edersem şöyle anlattılar:

“27 Mayıs harekâtı dogruydu ve makbulümdür.

Zirâ halkımız kardeş kavgasına sürükleniyordu.

Nitekim, kahvelerine kadar kamplara ayrılmıştı.

Vatanın bütünlügü tehlike arz ediyordu. Içeride

hainler, dışarıda düşmanlarımız, sevinç tezahürleri

göstermekteydi. Rahmetli Adnan Menderes’i ziyaretimde

kendileri bana harekâtı tasvip ettiklerini ve

imzasını taşıyan kendi el yazısıyla bunu teyit etmek

istediklerini beyan ettiklerinde sanki biz tazyikle

bunu yazdırmışız gibi bir durum meydana gelir

düşüncesi ile oldugu kadar aynı zamanda fitneye

de yol vermemek için istegi kabul edemeyecegimi

söyledim. Ayrılırken rahmetlinin düşmanı olmadıgımızı

ve haklarında müspet düşündügümüzü kendisi

de fark etmişlerdi. Asıl fikrimiz; fitnenin bertaraf

edilerek, kardeş kavgasını önlemek ve vatanın

bütünlügünü korumak için üç sene iktidarda kalıp,

bu arada tahsisatını vermek suretiyle rahmetli

Adnan Menderes’i Isviçre’ye göndermek ve vaziyet

normale avdet edince tekrar vatana dönmesini

teminen seçimlere girmesini saglamaktı. Maalesef,

bu temiz düşüncemiz ihanete ugramıştır. 28 Mayıs

1960’ı şiddetle reddediyorum. Zira, zulüm yapıldı

ve nahak yere cana kıyıldı. Tarihi vesika olarak

Hindistan- Yeni Delhi’den devlet müşaviri sıfatı

ile çektigim telgrafta ve yazdıgım mektupta idamlarını

suret-i katyede tasvip etmedigimi bildirdim.

Ben 27 Mayıs’a kendilerine çok itimat besledigim

degerli bir paşamızın istegi ile dahil oldum. ‘Eger

sen aramızda olmazsan, bunlar iki satırı yazıp bir

araya getiremezler’ dedi. Paşamız da benim gibi iyi

duygular sahibi idi. Bunun için kabul ettim.”

Türkeş, 1995’de gazeteci Hulusi Turgut’a Said-i

Nursi’nin naaşının naklinin Milli Birlik Komitesi

toplantısında gündeme geldigini belirtiyordu.

Konuyu gündeme getiren - Içişleri Bakanı emekli

general Ihsan Kızıloglu’ydu. Türkeş şöyle diyordu:

“Ihsan Paşa elinde bir dosya ile geldi. Bir konuda

bilgi vermek istedigini söyledi. Paşanın Komite’ye

anlattıklarına göre, 27 Mayıs’tan önce, Urfa’da

vefat edip, oraya defnedilen Said Nursi’nin kardeşi,

kendilerine bir dilekçe vermiş, ismi Mehmet

olabilir, ama soyadı, kardeşinin soyadına benzemiyordu.

Dilekçe sahibi, ‘Ben Konya’da oturuyorum,

oysa agabeyimin mezarı Urfa’da. Sık sık ziyaret

etmek istiyorum, iki şehrin arası uzak oldugu için

her zaman ziyaret imkanı bulamıyorum’ demiş.

Paşa bize bunları anlattıktan sonra, ‘Said Nursi’nin

kardeşi kabir nakli istiyor’ dedi. Dilekçe MBK’da

Kızıloglu tarafından okundu. Komitenin izin vermesi

halinde, Cemal Gürsel Paşa’ya da arzedilecegini

belirtti. Milli Birlik Komitesi kabrin nakline

izin verdi. Olayın bize yansıyan şekli budur. Olayı

böyle biliyoruz. Kızıloglu’nun verdigi bilgi dışında

ayrıntı alamadım. Zaten 13 Kasım oldu, biz yurt

dışına çıkarıldık.”

Said-i Nursi’nin mezarını ikinci Kabe

olmasın diye naklettik

Türkeş bu konuyu Arusilerin önde gelen isimlerinden

Mehmet Faik Erbil’le de konuştu.

Mehmet Faik Erbil, Said-i Nursi’nin naaşının

bilinmeyen bir yere nakledilmesi hususunda MHP

Lideri Türkeş’ten bilgi alıyor. Erbil, Said-i Nursi’nin

naaşının nereye nakledildigini belirtmekten kaçınıyor.

Erbil, Said-i Nursi Olayı’nı da Türkeş’in

agzından şöyle aktarıyor: “Said-i Nursi bahsine

gelince; Urfa’da Makam-ı Ibrahim’den naaşını

alıp..... nakletmemiz belki de dogru degildi. Kabir

nakli gece uçakla üç kişi tarafından yapılmıştır. (...)

Ikinci bir Kâbe yapılmasından korktugumuz için

böyle davranmak zaruretini duymuş olduk. Burada

niyetliyim halistir. Hata yaptıgımı düşünmüyorum.

Varsa, Allah’tan af dilerim.”

‘Babamın ilk ismi Alparslan’

MHP Lideri Alparslan Türkeş’in oglu Tugrul

Türkeş, babasının ilk isminin Hüseyin Feyzullah

oldugunu reddetti. Aile içinde böyle bir hususun

bilinmedigini ifade eden Tugrul Türkeş şunları

söyledi: “Bu iddia 20-25 yıldır sol cenahtan rahmetli

babamın Kıbrıslılıgına yönelik bir itham

olarak gündem geldi. Ben babama ve kendime

pasaport çıkartmak için Kıbrıs’a gittigimde nüfus

kayıtlarına baktım. Böyle bir şeye rastlamadım.

Benim gördügüm kayıtlarda Alparslan olarak yer

alıyor. O yıllarda Alparslan ismi Kıbrıs’ta pek kullanılmıyor.

Bu nedenle Ali Arslan olarak bir ara

kullanılmış aile etrafında. Soyadı kanunu çıkınca

Türkeş soyadını almışız. Amcamlar o dönemde

Adana’da oturuyorlardı. Haberleşme imkanı kıtlıgı

yüzünden bir yanlış anlama nedeniyle amcamlar

Türkiş soyadını almışlar. Babamın Lefkoşe’de

dogdugu yıllarda çocuklara iki isim veriliyor, birisi

babanın ismi olur hep. Bu durumda Alparslan

Ahmet Hamdi olması lazımdı. Hem babama bu iki

zatın ismi verilmiş olsaydı, neden degiştirsinler ki,

bu zatlara saygısızlık olmaz mı?”

Ünlü kadın yazar Cahit Uçuk, üstadı

Mardin’i unutamadı

Mehmet Faik Erbil’in verdigi bilgilere göre

Ömer Fevzi Mardin’in müritleri arasında Türkiye

Ögretmenler Birligi genel başkanlarından Ahmet

Sami Ayral da var. Buna göre Ayral, Arusi-yi

Selami Tarikati’nin önde gelen isimlerinden.

Mardin’den sonra şeyhlik makamına oturan eski

Kadıköylü olarak bilinen GS Divan Üyelerinden

Bedirhani’lerden Mustafa Aziz Çınar (vefatı

1979). Yine Abdulkadir Paşa olarak bilinen Kadri

Yıldırım Paşa Kadiri tarikatına mensup iken Arusi

oldu. 1980’de vefat eden Paşa Arusi şeyhlerinden

biriydi. Gümrük ve Tekel eski bakanı MHP’li

merhum Gün Sazak’ın eşi Nilgün Sazak da

Arusilere yakınlık duyan isimler arasında. Ömer

Fevzi Mardin’in sohbet halkalarına katılan ünlü

isimlerden birisi de kadın romancı-yazar Cahit

Uçuk. 1909’da Selanik’te dünyaya gelen Cahit

Hanım 2003 Ocak’ında Yapı Kredi Yayınları’ndan

çıkan “Erkekler Dünyası’nda Bir Kadın Yazar”

isimli anılarında Ömer Fevzi Mardin’den şöyle söz

ediyor: “Şimdi masamın üzerinde bana yıllardan

beri en ümitsiz günlerimde güç veren sıcacık ve

alçakgönüllü gülümseyişiyle bakan, adının üstüne

sadece ‘Allah kulu’ diye imzasını atan sevgili, aziz

büyügüm Ömer Fevzi Mardin’in resmi var. ‘Bu

kalem senin elinde mi? Sen yazmaya devam et

çocugum’ sözleri kulaklarımda çınlamakta.”

Arusi şeyhi ‘Mardinizade’

Arusi Şeyhi Ömer Fevzi Mardin’in Varlık

Vergisi’nin uygulandıgı 1940’larda zorda kalan

Museviler’e yardım edilmesini tavsiye ettigi ifade

ediliyor. Ismet Inönü’nün “siyasete karışmazsanız

hayatınız garanti altındadır” dedigi Ömer Fevzi

Bey, DP’nin kuruluşuna kadar siyasi konulardan

uzak kaldı, talebelerine de aynı şekilde davranmalarını

tavsiye etti. Ömer Fevzi Bey, 1946’da

Demokrat Parti’nin kurulmasından sonra halk arasında

demokrasi bilincinin kökleşmesi için kitaplar

yazdı. 1942’de Kadiköy’de kurdugu Ilahiyat Kültür

Telifleri Dernegi, Müslümanlar ve gayr-ı müslimler

arasındaki diyalogda etkili oldu. Mardin, 1950’de

DP iktidarında Kore’ye asker gönderilmesi kararını

da savunan bir din adamı olarak dikkat çekti. Bu

amaçla, “Kore Savunmasına Katılmamızda Dini

ve Siyasi Zaruret” isimli kitabı yazdı.

Ömer Fevzi Mardin’in mensubu oldugu

Mardinizadeler’den bazı ünlü isimler şunlar:

Ord. Prof. Ebulula Mardin, Prof. Şerif Mardin,

Betül Mardin, Yusuf Mardin ve Arif Mardin.

Arif Mardin, Küçük Hüseyin Efendi’nin müritlerinden

oldugu söylenen Merhum Büyükelçi

Münir Ertegün’ün oglu Atlantic Records’un patronu

Ahmet Ertegün’ün ABD’deki yakın çalışma

arkadaşı. Ünlü plak yapımcısı Arif Mardin meslek

yaşamının 7’nci Grammy ödülünü aldı. Atlantic

Records şirketinin başkan yardımcısı, yapımcı ve

bestekar Arif Mardin, Los Angeles’ta düzenlenen

galada Grammy özel liyakat ödülü olan ‘Trustees’

ödülünü de aldı. Ömer Fevzi Mardin’in annesi

Osmanlı’nın Hariciye Nazırları’ndan Halil Şerif

Paşa’nın kızı Leyla Şerife Hanım. Şerife Hanım

Osmanlı döneminin ilk kadın roman yazarı olarak

biliniyor.

MHP lideri Alparslan Türkeş’in Arusi Şeyhleri

Mustafa Aziz Çınar ve Mehmet Faik Erbil’le sık sık

görüştügü ortaya çıktı. Erbil, Türkeş için “Ekseriye

tek başına ve ara sıra da refikası ve evlatları ile

beraber sık sık fakirhaneye ziyarete gelirdi” diyor.

Kaptan-ı Derya Turgut Reis’in soyundan gelen

Erbil’in babası Ahmet Faruk Erbil de Rıfai-Uveysi

idi. Muhabere çavuşu Ahmet Faruk Efendi, eniştesi

Alay Kumandanı Miralay Ibrahim Hakkı Ertan

ile Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’na

katıldı. Heyemola adlı denizci türküsü de Erbil’in

ninesinin babası Bahriye Albaylarından Hacı Ali

Kaptan için yazılmış. Kaptan-ı Derya Süleyman

Paşa, Korgeneral Şükrü Naili Paşa, Ruşen Eşref

Ünaydın, Trablusgarb Valisi Turgut Bey, Ticaret

eski Bakanı Zeyyat Mandalinci, Kaptan-ı Derya

Cafer Paşa, Içişleri eski Bakanı Şükrü Kaya, Prof.

Mehmet Uluç da aynı aileden.

1930’larda Ömer Fevzi Mardin ile başlayan

ve Bedirhani Mustafa Aziz Çınar ile devam eden

Arusi-Selami-Ömeriye tarikatinin son şeyhi olan

Mehmet Faik Erbil, Türkeş’in gizli dünyasında

önemli bir yer tutuyor. Erbil, önümüzdeki günlerde

neşredilecek olan Mir’at’ül Hakaik (Hakikatlerin

Aynası) isimli eserinde Arusilik ve Türkeş hakkında

son derece özel bilgilere şöyle yer veriyor:

“Hakikat hayatına dair bir misal: Alparslan

Türkeş Bey’in kendisine, bir büyük şehrin tapusunu

sana verelim, dünyaya döner misin deseler,

başını çevirip bakmaz bile. (..)Hususi görüşmelerimizden

birinde bize ‘Müslümanım ve Müslüman

olarak yok denildigi ve yerildigi zamanlarda varlıgını

dile getirdigim Türk ırkının mevcudiyetinin

saglam düşünce ve berrak fikirle isbatı üzerine

ugradıgım dahili ve harici bütün tasallutlar eger

suç teşkil ediyorsa ben buna çoktan razıyım’ diyen

merhum Türkeş’e şöyle dedik: ‘Cenâb-ı Allah itibarınızı

ziyadesiyle iade edecektir.’ Nitekim, fuzûli

yasakların kaldırılmasından sonra vefatına kadar

geçen zaman dilimi içerisinde üç-beş arkadaşı ile

birlikte merhum Türkeş Türkiye’nin tutkalı, âdeta

gizli bir cumhurbaşkanı gibi herkes tarafından,

hattâ bir dönem katı muhaliflerince bile mütalaâ ve

kabul edilmişti...

Mail Büyükerman: Beni Mardin’e

Cahit Uçuk gönderdi

DSP Eskişehir eski Milletvekili Mail

Büyükerman da üniversite yıllarında tanıştıgı

Ömer Fevzi Mardin’in sohbet halkalarında yetişti.

Mail Büyükerman’la Ömer Fevzi Mardin’i konuştuk.

Büyükerman hıçkırıklar ve gözyaşları içinde

“Üstadım” dedigi Mardin’i anlattı.

Sizi kim tanıştırdı?

Hukuk Fakültesi üçüncü sınıftaydım. Edebiyata

ilgim vardı. Şeytanın Kuklaları isimli bir tiyatro yazmıştım.

Istanbul Şehir Tiyatroları’nda Dramaturg

Heyeti’nin önüne çıktım. Heyet, oyunumun Şehir

Tiyatroları’nda sahneye konulup konulmayacagına

karar verecekti. Heyetin önünde oyunumu okumaya

başladım. Kapı açıktı, biraz sonra şık ve güzel

bir hanım girdi içeriye. Okumayı durdurdum.

Heyettekiler kadına büyük ilgi gösterdiler. Cahit

Uçuk’muş. Ünlü romancı, hikayeci ve oyun yazarı.

Oyunumda ilahiyatla ilgili ibareler vardı. Bu vesile

ile Cahit Hanım onlara Ömer Fevzi Mardin’den söz

etti. Israrla Mardin ile tanışmalarını istedi. Benden

de mutlaka Mardin ile tanışmamı istedi, kendisinin

de bu konuda yardımcı olacagını söyledi.

İlk karşılaşmanız nasıl gerçekleşti?

Ruhi bir arayış içindeydim. Kadıköy

Çukurbostan’da, 31 Agustos Sokak’ta 31 numaralı

evin kapısını çaldım. Narin, ince yapılı, rahibe gibi

bir kadın açtı kapıyı. Içeri girdim. Tanıştık. Cahit

Uçuk hanımın tavsiyesiyle geldigimi söyledim.

“Ben buraya bir tecessüs, merak için gelmedim,

manevi ihtiyacım için geldim” dedim. Pek sevindiler.

Sohbet ettik. Bana kendi yazdıgı ilahiyat

külliyatından verdi. Kıştı. Çıkarken paltomu tuttu,

engellemek istedim, “Ben tutacagım, ev sahipliginin

geregidir, hem bana mutluluk verir” dedi.

Ziyaretlerim haftada bir devam etti.

Sohbetlerde tarikat lafı edilir miydi?

Katiyetle. Hiçbir gün ne Nakşilik’ten ne de

Arusilik’ten söz etti. Sadece Kur’an’ın insancıllıgından

bahsederdi. Okulu bitirip 35. dönem yedeksubaylık

hizmetimi yaparken vefat ettigini ögrendim.

Üzeyir Garih cinayeti işlendikten sonra üstadımın

Nakşi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi’nin müridi

ve halifesi oldugunu o zaman ögrendim. Benim

bir gazetede Ömer Fevzi Mardin’le ilgili bir açıklamam

üzerine Istanbul’dan bir telefon geldi. Bir

sanatkarmış, ismini söylemeyecegim. Çocukken

sık sık mezarlıkta barınırmış. Üstadımın mezarını

kelli felli adamların sık sık ziyaret etmeleri

dikkatini çekmiş. Daha sonraki yıllarda Üstadım’ı

araştırmış, kim oldugunu ögrenmiş. Bu şekilde

Üstadım’a karşı muhabbet duymuş. Ben bir kitap

yazdım Birinci Otuz diye. Kitapta Incil, Zebur,

Tevrat ve Kur’an’ın ortak yönlerini inceledim. Bu

kitabın meydana gelişinde Üstadım’ın bana ögrettiklerinden

çok istifade ettim. Önsözünde “Üstadım

büyük insan Ömer Fevzi Mardin’i rahmetle anarım”

dedim.

Nasıl biriydi?

Ömer Fevzi Bey’in gözleri derinlere, uzaklara,

sonsuza dogru bakardı. Her zaman güleçti, tebessümlüydü.

Sesinde bir şefkat ve rikkat vardı. Kim

olursa olsun herkese iyilik yapmayı tavsiye ederdi.

Sade ve mütevazı bir kişiligi vardı. Zengin bir aileye

mensup olmakla birlikte küçük bir evi vardı.

Üstadım’la ilgili konularda bir şey söylemeyi ve

anlatmayı vecibe, vazife sayarım.

MHP lideri Türkeş’le özel ilişkisi bulunan

Arusi Şeyhi Mehmet Faik Erbil, Amerikan savaş

gemisi Missouri’nin 1946’de Türkiye’nin ilk

Washington Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini

Istanbul’a getirmesi konusunda ilginç bir açıklama

yapıyor. Ertegün ABD’de görev başında iken

vefat etmişti. Washington’un bir Türk diplomatın

cenazesi için en ünlü gemisini tahsis etmesi önemli

bir gelişmeydi. Oysa Arusi Şeyhi Erbil’e göre olay

şöyleydi: “ABD’nin suikaste ugrayan başkanlarından

Franklin Roosevelt’i öldürmek niyetiyle üzerine

ellidört veya ellibeş santim mesafeden suikastçinin

sıkmış oldugu beş kurşun biiznillah re’sen himmetiyle

hedef degiştirmiş ve bu suikastten Roosevelt

böylece kurtulmuştur. Çünkü Tarikat-i Nakşiye’den

meşhur Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri’nin dervişanından

Washington Büyükelçimiz rahmetli

Münir Ertegün vasıtasıyla Roosevelt’i himayesine

almış; onun gizlice Islamiyet’le müşerref olmasına

vesile-i rahmet olmuştur. Amerika’da vefat eden

muma-ileyhe, ABD tarihinde ilk ve son olarak

Missouri gemisiyle cenazesinin Istanbul’a kadar

getirilmesi bu himmetin minnet duygusunu ifade

eden bir kadirşinaslıktır”

Roosevelt de müritmiş!

Erbil, Ömer Fevzi Mardin’in Eva Peron hakkında

da mevlit okunabilecegi fetvasını verdigini

de kaydediyor. Erbil, Mir’at’ül Hakaik isimli kitabında

Roosevelt’in Müslüman oldugunu şu sözlerle

anlatıyor: “Ömer Fevzi Mardin Müslüman, Musevi

ve Isevi olmak üzere insanları üç koldan irşat etmişlerdir.

Zira bu ulu zat Veli-yi Mürşid-i Ekber’dir.

Şeriflerine bir misal olarak Tarikat-i Nakşiye’den

meşhur Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri’nin

dervişanından Washington Büyükelçimiz Münir

Ertegün Rahmetullah-ı Vasia vasıtasıyla Amerika

Başkanlarından rahmetli Roosevelt’in gizlice

Islamiyet’le müşerref olmasını zikredebiliriz. Vesile

teşkil etmişken, şu bilgiyi de verelim. Ahir ömründe

huzuruna gelip zikr-i şerife dahil olan meşhur

şairi azam merhum Abdülhak Hamit Tarhan’ı da bu

meyanda yadederiz. Her üçüne de Allah rahmetini

ziyade eylesin.”

“(..)Suikaste ugrayan ABD Başkanlarını konu

edinen 12 bölümlük bir tv dizisinde Roosevelt’in

eşi, yerli yabancı basın mensupları, eşinin hangi

dinden oldugunu sorup, Hıristiyan olup olmadıgını

ögrenmek istediklerinde, Başkan’ın eşi, kocasının

Hıristiyan oldugunu söylemeyince bu kez ısrarla,

o zaman hangi dinden oldugunu sual ettiklerinde

cevap vermeyip sükut ediyor.

Eva Peron için İstanbul’da mevlit

Agır bir hastalıga yakalan Eva Peron için 8

Aralık 1951 tarihinde Istanbul Şişli Camii’nde

şifa bulabilmesi için mevlit okutuldu. Mevlit 13 yıl

Arjantin’de yaşayan bir Türk tarafından düzenlendi.

Mevlide Beyoglu müftüsü, Arjantin’in Istanbul

Başkonsolosu ve cemaatın yanı sıra 25 kadar

Arjantinli de katıldı. Bir gayrimüslim için mevlit

okutulup okutulamayacagı o dönemde tartışma

konusu oldu. Ömer Fevzi Mardin de Peron için

mevlit okutulabilecegi görüşünü savundu. Resmi

bir görevi olmamasına karşılık Saglık ve Çalışma

Bakanı gibi davranan Eva Peron, Arjantin sosyetesinin

yardım dernegine devletin bütçesinden

ayrılan ödenegi kendi adına kurulan vakfa aktararak

sayısız hastane, okul, bakımevi yaptırırken

Arjantin’in en büyük camiini de inşa ettirmişti..

Arjantin’de bilhassa üst sınıfın nefretinin odak

noktasında yer alan Eva, Arjantin Devlet Başkanı

Juan Peron’un eşiydi. “

Yanık kokusunu aldınız mı? Galiba şu

“Musa’nın bozkurtları” lafı da üfürme degil.

Ögreniriz. Hatta ögrendik bile; demek bunlar “Ey

Türk titre ve kendine dön” derken de bizim bilmedigimiz

bir dilde konuşuyorlarmış. Katılıyoruz ve

tekrarlıyoruz; Ey Türk titre ve kendine dön!

(“Fabrika” dergisi. Ekim 2004 Sy: 59. Syf: 57-64)

No comments: